" target="_blank"> TARİH KURDU: SULTAN II. MAHMUD HAN(1808-1839)

Sponsorlu Bağlantı

30 Kasım 2013 Cumartesi

SULTAN II. MAHMUD HAN(1808-1839)

SULTAN II. MAHMUD HAN


Babası: Sultan I. Abdulhamid Han
Annesi: Nakşidil Sultan
Doğum Tarihi: 1785
Vefat Tarihi: 1839
Saltanat Müd.: 1808-1839
Türbesi: İstanbul Çemberlitaş'tadır.

Şehzade Mahmud, Osmanlı devletinin 32. padişahı olup, 22. halifesidir. 1. Abdülhamid Hân'ın, Nakşidil adlı hanımsn-dan dünya'ya gelmiştir. 22/ramazan/1200-20/temmuz/1785 doğum târihi olup, vefatı ise 16/r. ahir/1255 -30/h"azi-ran/1839'cla olup, devr-i saltanatı 31 yıl sürmüştür. Osmanlı tahtına çıktığında 23 yaşındaydı. Biz; tahta çıkış safahatını 4. Mustafa dönemini ve şehadet-i 3. Selim Hân'ı anlatırken, sayfalarımızı süslediğimizden burada tekrar bahsetmeyi zait addediyoruz.
Hemen şunu da itirafa mecburuz ve vicdan borcudur ki, Hz. Mevlâmız, Mahmud-u Sâni'nin tahta çıkmasını murad eylemişki bunun esbabında Sultan 4. Mustafa'nın tahttan in­dirilmeyi önlemek için gerek Sultan Selim'i gerekse 2. Mah-mud'u itlaf ettirme emri olan, o me'şum emri vermesi, Sul­tan Selim'in şehadeti vâki olurken, Mahmud'un da Osmanlı tahtına oturmasında hisseyi, Alemdar Mustafa Paşanın emeklerini yâd etmek vazifei târihiyedir. Sultan 2. Mahmud Osmanlı padişahları arasında pek büyük önem arzeden pa­dişahlar arasında da hayli önde gelir. Genç yaşına rağmen iktidarının güç dengesini pek iyi idrak ile önüne konulan, Se-ned~i İttifak'ı imzalaması idarede gösterilen esnekliğin mü­him emsallerindendir. Kolay kolay imzalanamayacak olan böyle bir varakaya imza koymak, iktidarını birileriyle paylaş­maktır ki, meşrutiyetçi diye ileri sürülen meşhur Midhat Paşa dahi böyle bir paylaşıma imza atmaz, işi redde götürüp, memleketin allak bullak olmasına sebeb oluridi. Bu akıllı davranışı gösterebilmesinin sebeblerinin başında iyi bir tahsil görmüş olması gibi, bilhassa 3. Selim'in tahttan indirilmesin­den sonra şimşirlikde geçen menkubiyet dönemi içinde sık sık bir araya geldiği yeğeni şehzade Mahmud'a ihtisaslarını bir bir nakletmesi, hata ve isabetlerini şerh etmesi şehzade­nin pek istifade ettiği bilgilerdi ve bunları iyice hafızasına yerleştirmiş ve adetâ şimşirlik de geçen günler Genç şehza­deye bir padişahlık kursu gibi yaramıştır. Sultan 2. Mahmud biat merasiminden sonra ülkeyi sadrıazamına bıraktı. 3. Se­lim'in katillerinin listesini bulup vereceğini vaad ettiği sadrı-azama sözünü yerini getirdi. Eline tutuşturduğu listede üçyüz kişiyi aşan isimler yer alıyordu. Bunlar arasına eski, fırıldakçı sadrıazam Köse Musa Paşa ile Kızlarağası Mercan Ağa da girmişti. Tabii haklarında hüküm icra olunmuştu. Böylece sükûnet temin edilmiş, Alemdar Mustafa Paşa ülkenin isla-hedilmesi çalışmalarını başlatmıştı. Anadolu'da çeşitli şâ-kî'leri ezmiş, hükümet-i Osmaniyenİn otoritesini hâkim kıl­mıştı. Bütün bunlar olurken, zaten biraz kibirli olan Alemdar Paşa, yaptıklarından şımarmaya başlamış, hayli sert ve fü­tursuz icraatlara devam ederken, düşmanlarının sayısını da arttırmaktaydı ayrıca, Sekban-ı Cedİd askeri usulünün Sul­tan Mahmud ile beraberce kuvveden fule çıkarılması, nizâm-ı cedidin ihyası şekli içinde mütalaa eden yeniçeriler ve taraf­tarları, Alemdar Paşa'ya °'an mevcud düşmanlara, Paşanın eski bir yeniçeri olması da gcjz ardı edilerek, yeniçerilere gizli gizli destek veren kimilerinin münafıkane bir şekilde padişah ve sadnazama yaklaşımları sahte olduğundan gizli düşman­lar, açık düşmandan daha tehlikeli olmuşlar ve sayıları da hayli fazlalaşmıştı.

2. Büyük Fitne


Alemdar Mustafa Paşa; 1223/1808 ramazanının kadir ge­cesinde, Şeyhülislâm Arabzâde Arif Efendinin konağına, da­vetli olduğu, iftira gitmek üzere yola çıktığında, yol boyu yer : yer toplaşan kalabalıklar görmüş ve bunların Divânyoiu isti- ' kametinde çoğalmış olduklarını gözlemişti. Hiç fütur getir­meden üzerlerine atını sürdü. Bunun yanında muhafızlanda aynen kendisi gibi atlarını bu kalabalıkların üstüne sürüp, el- : lerindeki değnekler ve kamçılan kiminin kafasına, kiminin sırtına savururken bazılarının da yaralanmasına sebeb oldu­lar. Sanki bunlar da, intizar halindeymişçesine bütün kahve­leri ve bilhassada yeniçerilerin müdavimi olduğu yerlere gi­dip, sadrıazamla adamlarının, kendilerini ne hâle koyduğunu dramatik bir tarzla, habbeyi kubbe, pireyi deve yaparak an­latmaktan utanmadılar böylece de, fitne kazanını kaynatma­ya başladılar. Biz; bu olayı bütün tafsilatıyla anlatan 1913'lü yılların başında yayımlanmış ve Alemdar Vakasını, bütün se-lahiyet ve tafsilatı ile nakleden bir kitabı, başdan sona os-manlıcadan sadeleştirmiş olarak Sultan 2. Mahmud dönemi­nin sonuna okuma parçası olarak koymuş bulunuyoruz. Biz­den daha selahiyetli merhumun eserini târih çalışmalarımıza koymakla isabetli bir seçim yaptığımıza eminiz. Bu bakım­dan bu elim ve herkesin ibretle okuyayacağını sandığım va­kayı buraya ayrıca, koymaya lüzum görmüyorum.
Alemdar vakasından sonra yâni 1224/1809'dan 1227/1812'ye kadar, dahilde ehemmiyetli bir vak'a zuhur et­meyip, yalnız Rusya ile yaptığımız kapışma devam etmek­teydi. 1227/1812'de yapılan Bükreş antlaşması ile son bul­du. Bükreş antlaşmasından Sırbiya'ya küçük bir imtiyaz ve­rildi. 1226/181 l'de Tepedelenii Ali Paşa isyancı sayılmış ve üzerine asker gönderilmiştir. Ne var ki Halet Efendinin oyunlan, Ali Paşanın itlafına işi götürdüysede devlet-i âliye bun­dan sonra Mora yarımadasını tutmaya gücünün azaldığını hissettiğinde canını aldığı Tepedeienii'yi aramaya başladı ama heyhat! Çünkü vücuda gelen Mora İhtilâli babıâlinin ca­nını çok sıktı. 1182/1768'de, Mora'da bir isyan bayrağı açan Yunanlılar arazinin dağlık olmasından istifadeyle yaptığı ha­reketi biraz sürdürmeye muvaffak olmakla beraber, Mora Va­liliğine tâyin olunan Muhsinzâde Mehmed Paşa peşinden de Cezayirli Hasan Paşanın kılıçları sayesinde, akılları başlarına getirilmişti. Daha sonraları ise, Tepedelenii Ali Paşa bunlara fırsat vermezken, kolu kanadı kırılan Tepedelenli'nin Yan-ya'da muhasara altına isyancıdır diye alınması Yunanlılara yararken Hurşid Paşanın askerlerini alıp gitmesi, Mora müf-sitierinin intizar ettiği halden olup, askerimize saldırdıkları görüldü. Ali Paşanın kendisini kurtarmak için güya Yunanlı­ları, tahrik vede teşvik ettiği ileri sürülmüştür.
Bu arada; Mora'da Etniki Eterya isimli gizli bir tedhiş ör­gütü kuran Yunanlılar, gerek Rusya'da, gerekse de memle­ketinde ikamet etmekte olan Rum küberasmdan başka os-manlı topraklarında ikamet etmekte olan bazıları ve bunlara ruhban olanlarda sayıldığından, Yunanlıların sabıkada ki şöh­retleri, İngiltere vede Fransa'da mektep aleminde yaşamış ve elsine-i ve edebiyat-ı âtİkayıda tahsil etmiş olanyâni yabancı lisan ile eski edebiyatı tahsil etmiş olan hayalperestler bu Eterya hareketi içinde yer aldılar.
Sonunda; Osmanlı devletine sadakatıyla nâm yapmış olan, Eflâk Voyvodası Aleko Bey'i öldürten Eterya cemiyeti, Rum kan dökücülüğünün icraatını başlatmış oluyordu. Böy­lece Eflâk'da bu bey'in öldürülmesi 1236/1821'de bu mem­lekette de fesadın uyanmasına vesile oldu. Devlet bu fesadın çıkarmağa başladığı olaylara müdehale etmeye koşarken, Mora'da isyan patladı. Müslüman ahali,  meskûn oldukları kasaba ve köylerden kale ve hisarlara ve de palangalara sı­ğınarak, isyancıların hayatlarına kasteden davranışlarını an­cak bu şekilde tesirini azaltabildiler. Bir çok kale, palangayı muhasara altına alan, Etniki Eterya cemiyeti idaresinde Rum ahali üçbuçuk asırdır hür ve müreffeh olarak sürdürdüğü ha­yat tarzını bağımsızlık yavelerine değişiyordu. Evet; yaptıkla­rı nederece doğruydu? Veya ne derece yanlıştı? Bu iki soru­da cevabınne olduğu dünya'nın kuruluşundan bu yana za­man zaman değişmiş bulunmaktadır. Bu neden olmuştur? İnsanoğlu; yaratıcısından aldığı mesajda sonsuz bir hürriyetin sahibi olmadığı, doğumunun da ölümününde kendi elinde ol­madığının idrakinde olduğu tartışmadan varestedir. En mün­kir insan dahi, doğum ve ölüm virajlarını kendi verdiği karar olarak nitelemiyor.
Rabbimiz; kullarına hiç ayrım yapmadan dünya imtihanını kazanmalarını çeşitli tarzda, yâni seçtiği peygamberler ve onlarla gönderdiği mesajlarla istediklerini bildirdi. Bunları ka­bul edip o yolda gayret göstermeyi düstûr edinenler ile böyle bir teslimiyet olurmu diyenlerin arasındaki ikna mücadelesi, hür ve müreffeh bir hayatmı? Bağımsızlık adını taşıyan bir hayat tarzımı? Bu sorularda en mühim cevap, insan hakları- : nın adalet içinde kullanılabilmesidir. Osmanlı devleti, Süley- " man Paşa ile kırk arkadaşı, 757/1356 yılı içinde Rumeliye^ geçtiğinde, bu adalet mekanizmasının en mükemmelini de 'bu kıt'a insanına hediye olarak getirmekteydi. Ancak sosyal 1 siyaset, dini farklılık ve ırkî temayüller, organize derneklerin siyasi ihtiras sahibi dehaların toplumu yönlendirmek gibi , sosyal yaklaşımlar avrupa devletlerinin kavimler üzerine da- : yalı devlet organize anlayışı milletlerin bağımsızlığını öngör­düğünden, mülga hristiyan anlayışın, hristiyan dünyasının is­lamların yaşayış tarzından ve dürüstlüğünden etkilenip, müs-lümanlığa geçişlerini önlemek için dünya hayatında propogandaların her tarzına riayet-ederek mevzuu değiştirip, ba ğımsizliklara kavuşma mekanizmasını işletti ve bu en azın­dan avrupa insanının balkanlar bölümünde yaşayan hristi­yan olsun, müslüman olsun sonunda insanların kanlarının dökülmesinin şartlarını sağlayan me'şum bir anlayıştı. Nite­kim; hristiyan dünyası, 1967'de Papa Piu, avrupa devletleri­nin ileri gelenlerini toplayıp, siz neden ayrı altı devletsiniz? Sorusunu tevcih etmiş ve AB'liği kapısını açmış bulunmak­tadır. Asırlardır, Osmanlı yönetimindeki Rum prensliği, avru-panm bir gayri meşru çocuğu olmak ve megalo ideal çizgi­sinde bağımsızlığa koşmak için adalet içinde yaşamakta ol duklan hür ve müreffeh hayatı değiştirdiler. Kaç seneden be­ri, nice matmazellerini bazen isteyerek, bazen de istemiyerek gelin olarak verdikleri ailelere ölümler yağdırdılar, torunlarını öldürüp veya öldürülmesini kendi icad ettikleri ideallere kur­ban etmekten çekinmediler.
Nice kanlar aktı sonun da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa Mora Valisi olunca, gerek deniz yolu ile gerekse, kara istikametinden muntazam Mısır askeri ile Navarin ve Metun'a çıktı burdan hareketle takvimler 1241/1825 senesini gösterirken Morayı tam bir itaat altına almış olduk. Bunun ortaya koyduğu netice Osmanlı devleti, Mora olayının başlangıcından, sonuna kadar geçen zaman diliminde, askerinin bu işi nihayetlendiremediğinin inkâr-ı gayri kabil şekilde görme idraki içinde, buna zamimetle İbra­him Paşanın Mısır askerinin muntazamlığı, pek kısa müddet zarfında isyanı sonuçlandırınca, askeri bir inkılabın yapılışı kendini şart kıldığı görülüp, kabul edildi.

Ahmed Cevdet Paşa Ne Diyor?


Yukarıda ileri sürdüğümüz hür ve müreffeh nizamın, geçen zaman zarfında nasıl örselendiğini anlatmaya misa! için, Cevdet Paşa târihinde şu mütalaayı görürüz: "..Devlet adam­ları, saltanatın diğer hizmetlilerinin yaptığı gibi taşralardan, akça ve bohçaları getirtip İstanbul'da süs ve ihtişama koyul­dular. Bu durum ilmiye yolunda bulunanları da kapsadı. Ar­palık ve maişetler ile yakınları ve akrabaları üzerine tevcih ettirmiş oldukları kaza mansıblannı (bey-i men yezid)"yolun-da siyah akça verenlere tövbe edip, ettirir olduklarından ül­kenin diğer bölgelerinde yazı okuyamayan naibler ortaya çı­kıp, devletin nâmışânı berbad olduğu gibi şeriat'de zedelen­di. İhkak-ı hukuk emri ehemmi, tabiatıyla ayan ve derebeyi güruhundan olan, mütegaîlibe eline geçti. Ve o dönemde ka­pıcılık, vezirliğe ulaştıran bir rütbe-i yükselme sayıldığından mühim işler için ülkenin iç taraflarında, kapıcıbaşılığa me­mur oldukta herkes onu sayar vede sakınırken görüldüğü gi­bi bilinen ayan ve derebeyleri İstanbulda bir dal bularak kimi kapıcıbaşılık rütbesi kimi de büyük imrahor parası almış ol­duklarından İstanbul'dan özel bir vazife ile taşralara gönderi­len kapıcıbaşıların, kadri ve haysiyeti kalmayıp, böyle müte­gaîlibe güruhu her işi istedikleri gibi kesib, biçer oldular. Ar­tık ferman-ı âlilerinin hüküm ve tesiri kalmadı. Velhasıl İstan­bul'un; taşradaki işlere müdehalede bulunduğu ve suistimal etmesi hasebiyle devletin iki eli mesabesinde olan vezir ve hakimlerin (kadıların) tesir ve nüfuzu kalmayıp, taşralarda bir takım mütegaîlibe ortaya çıkmış oldu. Bu mütegallibenin, biribirlerine üstünlük sağlamak için, bünyelerinde haydudlar istihdamına giriştiler.
Dağlıoğlu eşkıyası adıyla şöhreti yakalayan bulunanlar gi­bi yer yer bu haydud çeteleri etrafta görülmeye başlandı.
Mütegailibe daha sonra kendi elleriyle kurdukları bu eşkiya çeteleri karşısında acziyete uğramalarından kendi kasaba ve köyleri daha doğrusu adeta bütün rumelide perişan oldu. İşin sonunda devlet adamian bu eşkiyanın kaldırılıp yok olmasını temin için harekete geçmeye mecbur kaldı. Çare olarak da bunların üzerine sevk ettikleri sergerdeler, yok etmekle vazi­felendirildikten haydudlardan pek farkları bulunmadığı için, eşkiyayı yok ettikleri takdirde, sıranın kendilerine geleceği kafalarına dank ettiğinden, vazifelerini yerine getirmekten zi­yade, eşkiyanın işini kolaylaştırıp, asayişin daha fazla bozul­masına hizmet ettiler. Bu olayların büyüyüp artması, adetâ bir ihtilâl havasına bürünmesi devletin maalesef büyük bir tereddüd içine düştüğünün görülmesidir. Şöyleki: Mütegalli-beden birisi hemen bir söz üzerine, fermanlı ilân edilir ve he­men üzerine asker sevk edilirirdi. Gönderilen asker buna mağlup olunca, herif hemen af olunur böylece bu adam dev­letin emrine uyuyorum diyerek, kendi aleyhinde bulunan kimselerden intikamını almaya başlardı. Bu vaziyet karşısın­da ahalinin gerek mütegallibeye, gerekse eşkiyaya mecbu­ren yardım etme yoluna düşmüştü. Bu vaziyetin sürüp de­vam etmesi, nice namus ehli, dü.üst kimselerinde söz konu­su mütegailibe ve eşkiyaya iltihak zorunda kalmıştır ki, bü­yük meseledir. Şurada göstermiş olduğumuz misallerin dev­letimizin avrupadaki topraklarında h. 1201/1786'dan sonra düşmüş olduğu zafiyetin çok acıklı bir numunesini ortaya koyar. Bu idare etmekten^yoksunluk, devletin bizzat eşkiya yetiştirir duruma düşmesini intaç etmişti. Yalnız suda var ki, memleketin yep yeni bir İslahat görmesine muhtaciyeti ken­dini pek şiddetle göstermekteydi.
Hâttâ ilk yapılacak iş olarak da, eşkiyanın ictiklâliyeti zap-tu rapt altına alınıp tenkil edilmeleri hususuna her yandan is­tek gelmeye başlamıştı. Mısır eyâleti, Fransız askerince tahliye edilir gibi, Fransa ve İspanya ile yeniden sulh antlaşması yapılmış olması, Rusya ve Avusturya antlaşmalarının devam etmiş olması Avrupa da umumi sulhun yakınlaşması için ay­rıca bir sulh hâli sayılıyordu. Zamanı bu noktada mazur gös­terecek bir söz vardı ki, oda Seyiz'in sözüdür. Milletde esasen irfan bırakilmamışki fikir hakimiyetini anlayıp yerine getire-bilsin. Bu bakımdan devam etmekte olan bir takım üzüntü verici hadiseler kötü değişikliklere iğrenç vakalara doğru git­meye başlamıştı. İşlerin teskin edilip ortadan kaldırılması hu­susunda devlet adamları iki guruba bölünmüş, bir fırkası Gürcü Paşanın maiyetinde bulunan arnavutların bir miktar para vermesiyle arazisini, kendisinin cürmü yâni isyan hâli affedilerek talib olduğu Silistre valiliğinde bırakılmasını, diğer gurup ise, mevcut kuvvetler ile üzerine gidilerek, müstehak oldukları cezanın verilmesini tedbir olarak ileri sürdüler. İkin­ci görüş devletin şân ve nâmına uygun düşersede, gerçek­leştirmeye cesaret edilememişti. Tarihi Cevdet; bu hadisele­rin sonunu şöyle anlatıyor: "Eğerçi (sonunda) gaile (olay) sükunet buldu, lâkin namus-u devlet (devletin namusu) iki paralık ve de bu hâl eşkıyaya kötü bir örnek oldu.  
    . ,

Bazı Hususların İzahı


Bonapart-Mısır'daki beyannamenin, siyasi ehemmiyeti-Osmanlı ülkesinde hukuk-u beşer kaidesinin kısmen neşri-Misır'dan sonra Napolyon-Kodisivil-Batı ülkelerinde yeni tarz hükümet -Doğudaki Osmanlı topraklarının üzerindeki karı­şıklıklar- Fransa, Rusya, İngiltere, Osmanlı devleti-3. Selim hükümetini alıp götüren sel-Nizam-ı Cedid ve İslahat, fikri ne tip beyinler tarafından tatbik ve icra edilmek üzere bahse ko­nu olduğunu gösterir birkaç sahife-mehtab aiemleri-devlet sırlarının ifşası-Enderuni'lerin halleri-Sultan Selim'in iptilası-İstanbul halkı-İbrahim Kethüda'nın atları-rnutfak masrafı- devlet idarecilerinin ahali hakkında iki kaidesi-taşra, vekiller, sadrazamların hâli, padişahın zihninin meşgul edilmemesi tenbihi-
3. Selim cihangir, devletin hâli neye benzerdi, ruh hâli. Merkezin (dinleri toptan kaldırma ve tahrib, memleket ve beldelerin ahalisinin mallarını, gazabla bozup dağıtma işini düzenleyen ferdlerin insaniyet usulünden ibaret olan lafzı murad-i serbestiyet sevenleriyle her şeyi mubah sayan, aha­liyi yanıltma ve ihlâl ve nev'i insanı hoş menzilesine ulaştır­ma) yapacak diye tefsir eyledikleri hukuk-u beşer kaide ve maddelerini Bonapart; 1213/1798'de Mısır ahalisine bir be­yanname ile kısmende olsa bildirmişti. 3. Selim'in kabinesi içişlerindeki karışıklıkla ve çeşitli yerlerde, alıp giden şeka­vetler tesiriyle tereddüt, rengten renge giren halde olduğun­dan, bu beyanname mealince ilân kağıdında açık bir çatma ve tarizde bulunmuşsa da, bunun tesiri ancak, zamanın boş veya dalkavuk kafalılarca hissedilmiştir. Hâlbuki Bonapart'ın ki, Mısır'da özel bir fikir uyandıracak tesirlerin başlangıcını getirmiştir. Bonapart'ın beyannamesi siyasi bazı düşünce de­ğişikliklerini taşımakla beraberinsan haklan hukuku kaidele­rine, şiddetle temas etmiş oluyordu. Bu bakımdam, Osmanlı eyaletlerinden birinde böyle bir beyanname yayımlanması ilk defa olarak, o da bir ecnebi eliyle husule gelmiş oluyor. Ayrı­ca Besmele-i şerife ile işe girişme yolunu seçiyorlar. Bahse konu beyanname aynen şöyledir: "Bismillahirrahmanirra-hiym lâilahe illallah lâ velâlehü lâşerike fi mülke. Hürriyet ve müsavat esasına mebni olan cumhur-u France tarafından se­raskeri kebir, emirülceyş elfranseviye Bonaparte, cem'i aha-li-i misır'a beyan ederki, pek çok vakitlerden beri sancak beyleri mısır'da saltanat sürerler, France milletine zülüm ve hakaretler yapıp tüccarların Fransız olanlarına türlü gaddar­lıklar ve zorluklar çıkarırlardı. Şimdi onların son vakitleri gelmistir. Vah yazık ki bunca vakitlerden beri Abaza ve Gürcis­tan topraklarından getirtilmiş olan iş bu kölemenler ahalisi, bütün dünyada emsali görülmez şekilde Mısır'ı ifsad ede gel­mişlerdir.
Her şeye gücü yeten âlemlerin rabbi onların mallarının en­kazını ve devletlerini bir başka zamana ertelemiştir. Ey Mısır­lılar; benim bu taraflara sizin dininizi yoketme kasdıyla geldi­ğime dair sözler duyuyorum. Bu çok açık bir yalandır. Bu sö­zü asla tasdik etmeyiniz. İftiracılara deyinİzkİ benim bu taraf­lara gelişim ancak sizin haklarınızı zalimlerin elinden alabil­mek içindir. Kölemenlerin çocuklarından çok Allahû Teâlaya ibadet ve peygamberi hazreti Muhammed ile Kur'an-ı Ke-rim'e hürmet etmekte kusur etmem ve yine de onlara deyi-nizki: "Cenab-ı Allah'ın indinde herkes müsavi olup, araların­da fark aklın temyizi, fazilet ve ilim iken, Kölemen taifesinin akıl ve bilgi ile faziletle alakalı ne gibi sermayeleri vardırki, onları diğerlerinden ayırıp en âla ve güzel şeyleri onlara mahsus kıla. Nerede münbit bir arazi varsa onların, güzel at­lan vede pek güzel konaklar ile etrafı güzel yerler onlara ait. Mısır; eğer onların mâlikânesiyse, Cenab-ı Hakk'ın böyie yazdığı yeri bize göstersinler. Lâkin; Cenab-ı Rabbülalemin, kullarına adil ve raufdur. Bu günden sonra Mısır'da yüksek makam ve rütbelere çıkmaya Mısır ahalisinden hiç kimse is­tisna kılınrnayacaktır. Artık, akıl ile ulema arasında işlerde tedbir yer alacaktır. Böylece ümmetin vaziyetini iyileştirmek mümkün olur.."
Görüldüğü gibi. Napoiyon Bonapart Mısır'da demokrasiyi okşamak yolunu seçerek eşitlik ilânı yapmada başarılı ol­muştur. Bu yolla da kalbleri celp eyleme emelini taşımıştır. Bu emelin Mısırlılara duyurulması, aynı günden itibaren bu bölge Osmanlıyı vehimlere sürüklemeye başlamıştır. Napoi­yon Bonapart, Mısır'dan uçarak. Fransız devletinin başına bir şahin gibi konmuş ve pençesi altında tuttuğu avına tırnakla­rını geçirmişti. Fransa tarihçilerinin de aralarında ittifak ettik­leri gibi, Napoiyon, Fransa'yı hükümetsiz kalmaktan koru­mak, inkilablara son vermek bahanesiyle eline geçen her va­sıtadan istifade ederek hürriyeti sınırlamıştı. Fakat meclisi mebusanın toplanmasına buranın büyük mevkiine hürmet göstererek Kodisivil, yâni fransa kanun-i medenisini tamam­lamayı çabuklaştırmıştır. Hakikaten artık avrupanın batısında yeni bir tarz hükümetin kuruluş şekli sergileniyordu. Fransa vilayetinde meydana gelen karışıklık, ihtilâller tamamen bit­miş ve merkeziyetçilik 1789 prensiplerinden yürüyerek Bo­napart; yeni bir hükümetin sahibi edecek duruma kavuşmuş, yâni Fransa'da kanuna bağlı, müstebitçe bir hükümdarın or­taya çıktığı haber alınmıştı. Kodisivil, roma hukuku ile hukuk teammülerine veya tariflerine, bir de inkilabın koymuş oldu­ğu prensiplere riayetten meydana gelmiştir. Napoiyon Bona­part; bu medeni kanun ile hem kendisini inkılabın direği ola­rak gösteriyor, hem de hemde hükümeti kuvvetlendirmiş oluyordu. Bu kanunun çıkarılmasıyla kanunlarda beraberlik temin olunmuş, hukuk ve intizam içinde, idareyi temin husu­su yan yana gelmiş, ayrıca kendisinin mutlakiyet hareketin­den hiç bir şey eksilmemişti. İhtilâl ve inkılabların meydana getirdiği iz üzerinden yürümek imkânı doğmuş oluyordu.
Bunlara karşılık, Mısır, Arabistan, Cebeli lübnan, rumeli ve hattâ anadolu alıp vermekteydi. Rumeli'de eşkiya üzerine eşkiyayı saldırtarak netids alınıyordu. Meselâ: Tîrsinklioğlu, Molla İbrahim adındaki haydudu yakalayıp idam ediyor, Veh-habiler Arabistan'ı alt-üst ettikleri sırada İngilizlerde Mısıra tecavüzkâr ayaklarını uzatıyor, Ruslar ise Cezayir-i sebâ da bulunuyor ve yerleşmeye çalışıyor, Anadoluda haydutluklar birbirini kovalıyor, paşalar birbirleriyle tutuşup, ortadan kal­dırılıyordu.
Avrupa'ya gelince; burada Fransa-İngiltere rekabeti alıp yürümüştü. Napolyon Bonapart'ın şan ve şevk dolu devri başlamışidi. Napolyon Bonapart'ın imparatorluk mevkiine yükselmesi esasen siyasi vaziyeti tartışmalı olan bozukluk, bulduğu muvazene arayışında, vahim hallere sürüklenmeye yol almaktan kurtulamiyordu. Çünkü gizli güçlerin işi böyle yönlendirdiği tahmin olunuyordu. 1820 senesinde husule ge­len savaşların neticesinde Viyana'nın Fransızların eline düş­mesi, Österlich mütarekesiyle, Paris'te yapılan sulh antlaş­masında da, 3. Selim idaresindeki Osmanlı siyasası,'Fran­sa'ya yoldaşlık etmekle birlikte, Rusya ve İngilizler ile hoş geçinmeyi hedeflemekteydi. Napolyon'un yardımlarıyla ül­kesinin şartlarında değişiklik, Cezayir'i sebâ meselesini hâl ettirmek gibi uygun düşünceler bulunuyordu. Fakat; iç ve dış hadiseler, Rusya'nın aniden Osmanlı hududuna hücum et­mesini gerektiren vaka, Vehhabilerin, Medine'yi istila etmele­ri, İngilizlerin İskenderiye'yi zapt ederek karaya çıkmaları gi­bi durumlara ilaveten, Sultan 3. Selim'in saltanatını tehdit edecek derecede kuvvetli diğer bir gaileyi göya gözlerden u-zak tutarmışçasma bir durumdaydı. Padişah Selim'in, besle­miş olduğu ve beslemekte de musir bulunduğu ıslah fikriyatı yüksek makamda hazırlanmaktaydı. Ne varki; Hakan, bu iş­lerden hangisini gerçekleştirmeye karar verip mevkii tatbike koyduysa, herbirinden vazgeçiyordu. Ancak kendisini yine de kurtaramiyordu. Biriken günahlar, kötülükler sel olmuş, zât-i şahaneyi ve onunla beraber düşünceden bir türlü tatbi­ke konmak ihtimali olmayan İslah fikriyatı her nerede olursa olsun eksik tetkik ve mütalaa olunduğundan dolayı beraber sürüyüp, götürüyordu. Kabakçı ile avanesi bu sel değildi. Bu sel halkı cahil bırakmak, ahalinin cehaleti üzerinde hüküm sürme kötülüğünü sürdürmekti. Hattâ devlet nizamına dair tezkereler meselesi hakkında tarih diyorki: "Nizam-ı cedidingerçekleşmesine teşebbüs olunacağı sırada devlet adamları ve tanınmış kimselerin, layiha hatıralarını yazılı belirtmeleri emrolunduğundan, her biri yazdıkları lâyihaları takdim et­mişti. Halbuki bir senede düzenlenmesi ortaya çıkacak olan askeri muallimlere dair bilgiyse sahih olarak meydanda yok­tu.
1222/1807 yılına doğru, saltanat civan ile İstanbul duru­munun ne çeşit olmuş olduğunu ortaya koyup, Cevdet Tari­hinin 8. cildinin 143. sahifesinden başlayan satırlar, ileri doğ­ru Fransa ihtilâl vakasından ondokuz, yirmi sene sonra bizde neler ortaya koymuş olduğunu anlatır. Bu yüzdende meşruti­yet fikri aranıp dururken, gözümüze ilk çarpan bu tarih lev­hasını okumadan, temaşa etmeden ileri doğru adım atmayı başaramayacağız. "Daha sonraları ise, enderun-u hümayun­da sırkâtibi Ahmed efendi gibi, dirayetli, insan kalbini fethe­decek kimseler yetişti. Ancak onlarda zamanın vükelâsı ile birlikte çağırıp bir araya getirdiler. Bunun sonunda İstan­bul'da görülmedik tarz ve surette büyük ve süslü evler, sahil-haneler inşasıyla, çok fazla sefahata ve ihtişama düştüler. Babıâli çalışanları gibi vaktin sonunda evlerine gelip sabah­leyin enderunu hümayuna gider ve babıâli'ye mahsus olan işleri, kendi aralarında yapar oldular." "Geceleri, mukattaat mültezimleri ve memleketeynin Kapikethüdalan gibi, rüşvetçi İnsanlar veyahud geçmişden bir takım küse lisanı ile, hem bizim sohbethanelerinde hem de evlerinde gerekse de kayık­larla mehtaba çıkıp, deniz üzerinde, bazen de hanende ve de sazendeler ile birlikte seyirlere çıkıp, iyş-ü işrete dalarak, bu âlemin verdiği sermestlikle saltanatın sırlarını başkalarına duyururlardı.
Sultan 3. Selim ise yakınlarına pek büyük itimat ve güven beslediğinden onlardan herhangi birşey saklamaz idi. Devle­tin ruhu sayılan sırları gizli tutulamayınca her taraftan işidilir
olurdu.1' "Hattâ bir keresinde Topkapı sarayında, gayet gizli bir meclis-i has yapılmıştı ki, kaimmakam paşa bile dahil olamamıştı. Arası çok geçmeden meclisteki müzakere sureti ve kararı aynen Paris'de basılan bir Fransız gazetesinde ya­yımlanınca, devlet erkânı çok büyük hayretlere gark olmuş­tu. İşbu enderunun büyüklerine bakarak diğer saray hizmet­leri mensupları laubalice dışarı çıkıp gezerler ve dışarı İle gö­rüşürlerdi. Halk ise, adetlerin esiri olduğundan böyle güzel olmayan davranışlar, genel bakışların karşısında pek çirkin görünürdü. Hattâ genç olanlardan bazıları, kahvehane ve oyun yerlerinde toplanan insanlarla görüldükçe, ahali bu gibi kayıtsızlık nedir? Bu kadar hamiyetsizlik ne demektir? Diye söylenmekteydi." "Sultan Selim hân; zaten gezmek ve eğlen­ceye eğilimli, insanlarla ülfet etmeye meraklı olduğu için, yakınlarıda onu meşguletmek için daima ortalığı seyre ve zevk-i safaya sevk ederlerdi. Ahali ise, bu çeşit eğlencelere meyyal olduğundan, İstanbul'da seyr-i safa taraftarları çoğal­dı. Boğaz içi seyirci kayıklarıyla dolmuştu. Geceleri mehtab eğlenceleri Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış, Çırağan soh­betlerine üstün geldi. Şiire ve musikiye pek vurgun olan ve rağbet gösteren padişahın yanı zarifler ve şairlerle doldu. Müzik ilmine ise istekliler pek de çoğaldı." Elhasıl, Rus elçisi gailesi bertaraf olunduktan sonra zamanın şekli 2. Seiim devrinin bir misali gibiydi. İstanbul ve Kâğıthane ve boğaziçi, Çamlıca mesireleri seyirciler ile dopdolu hale gelmişti. Ehi-i zevk, üzüntüleri ve kederleri bir kenara atarak korkusuzca gündüzün bu gibi cayi ferah fezalarda gezer ve yaz geceleri kayıklara binip, hanende ve sazendelerde mehtabı görmeğe giderdi. Kış gecelerinde helva sohbetlerinde tatlı tatlı muhab­bet eder oldular.." "Atabekân-ı saltanat bu halde dahi nizamı ve ıslahatı düzenleyip tamamlamaktan geri kalmadılar. Zor­luklardan ürkmeyip, korkuya düşmediler. Lâkin nizamı cedidisini kendine çekip mal biriktirmeyi vesile edip, bir taraftan kendilerinin liva ekleri ve yakınlarını çoğaltıp, servet ve zen­ginlik kazandılar. Ancak, büyük israflara ve gösterişe düşdü-[er. Hattâ İbrahim Kethüdada bir gün birisine bir at verip: •'Tavlada altmış atım kaldı. Bundan sonra babam mezardan çıksa ve bir at istese vermem dediği ve ayda mutfağına elli-bin kuruş yetmediği ve sırkâtibi ile valide kethüdasının ser­veti ise, her türlü tahminin dışındaydı. Tarihi Asımda da, ya­zılıdır ki; "o vaktin 50bin kuruşu, bu dönemin hesabıyla 340 bin kuruş sağ akça demektir. Bu kadar mutfak masrafı ya­pabilmek doğrusu büyük sefahattir. Ne çare ki nizamı cedid taraftan olanların çoğu, saltanat sahibinin aleyhine döndü. Paraların bozuk ayarı ve yeni vergilerin konmasından dola\ı, erzak ve eşya fiatları çok yükseldi. Bir taraftan gösteriş ve sefahatin artışı, herkesin masrafının artmasına sebebiyet verdi. Çünkü; birbirleriyle yarışır oldular, bu yüzden de sıkın­tıya duçar oldular. Ahalinin içine düşmüş olduğu sıkıntı ve­killere anlatıldıysa da, bunlar dinlediklerini pek ehemmiyeti hâiz görmediler. Kimisi de: "Tamamı halkı işgalle bundan gü­zel vesile olmaz, iaşeleri gailesine düşenler, devlet işlerine karışmasınlar." Diyorlar, kimi de: "Bu belde zenginler belde-sidir. Buraya; fukara kısmı yakışmaz ve devlet malının arka­sında müflis güruhu sığışmaz." Şeklinde cevap verirlerdi. Taşralarda yeni vergiler ve gümrük rüsumları konmuş oldu­ğundan, ahali zaten ağırlık altında iken bunlara tabiiki şika­yetçi oldu. Ne varki; bu şikayetlerin bir faydası görülmüyor­du. Çünkü; Nizam-ı cedide bağlı şikayetler asla kaale alın­mazdı. Kaldıki, vükelâdan her biri, padişah yakınlarından bi­rine merbut olup, hepsi de birbirleriyle iltisaklı yâni bir şebe­ke gibiidiler. İçeriyi ve dışarıyı kuşatıp istilâ etmiş oldukların­dan onların kulağına uğramadıkça ve haberleri olmadıkça padişahın kendisine bir şey ulaştırmak asla kabil olamazdı.
Onların reyleri ve iştirakleri olmadıkça her hangi bir işin neti­ce vermesi asla beklenmemeliydi. Sadrazamlar bile bu iki gurup devleti sarmış bulunan kimselerden dilgir olup, azil edilecek korkusunu duyar, sadaretin bir kuru unvan olduğu inancıyla iktifa ederek, içinden de bu saltanatın sözde koru­yucularından aynen ahafi gibi kinlenerek nefret ederdi. Bu­nun yüzünden Sultan 3. Selim hânda bu aleme dair başka yerlerden haber alamadığından gerçek malumat için icab et-tikçede bu yakınlarından İstifade etmek isterdi. Onlarda, geçmiş zamana atıf yaparak icab ettikçe ahalinin üzerinde bazı tekliflerini ileri sürüp, yakın dönemde nizamı cedid mad­desi tamamlanıp da, devlete kuvvet gelerek, ahalide rahata erer şeklinde güzel sonlara gidileceğini beyan ederlerdi. Pa­dişahın mizacı; pek büyük nezaketi taşıdığından, az şey bile onu çok üzdüğünden, diğer taraftanda valide sultan hazretle­ri işleri yapmaya padişahın iktidarı yeterli olmasın diye zor hususlar ortaya çıktığında, bütün vekiller işe bir şekil verilip-de, padişah tarafına izah edilerek, onun zihninin işgal edil­memesi, gerek sadrazamlara, gerekse.diğerlerine tenbih ve tavsiye ederdi. İşler ise, günden güne sarpa sarmaktaydı. Halk hakkında, ilk önce düşmanlıkları artmakta, sonu endişe verecek olan tarafa dahi sonu kârlı bitsin derdik: Şah vakıf gerekdir ahvale Vükelâya kalırsa vah hale Beyitini tekrar et­mekteydik. Bu levha 3. Selim'in hükümeti nehalde bırakmış olduğunu pek güzel anlatır. Hakikaten 1. Abdülhamid gibi, harp içinde değildiyse de, ondan daha beter olan anarşi her tarafa yayılmıştı. Öte taraftan bu devirde nasıl ciddi bir fikir İslah edilebilirdik!, 3. Sultan Mustafa'nın Sultan 3. Selim'in rahm-i madere düştüğünü hesab ederek yaptığı zayiçe üzeri­ne hekimbaşının saatin milini çevirerek uygun vakte getirdiği dakikada doğmasından dolayı, cihangir olacağı kulağına fı­sıldanmış ve buna bağlı olarak, nizam-i cedid harekâtınadönem vermiş olduğu tarihlerimizde yazılıdır. İstanbulda, Anadoluda meydana getirdiği topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari askeri için, Cevdet paşa merhum: "O dönemlerde devletin hali, sifah kullanmadığı halde, güzel silahlarla odası­nı süsleyen nâzik çelebilerin haline benzerdi." Diyorki, Os­manlı hükümetinin avrupada olan inkilapdan, kendince elde ettiği, fayda veya tesir eden hislerin sonucudur fakat İstan­bul'da bu tarihte de, frenk taklitçiliği piyasa bulduğu, yâni cennetmekân'ın avrupada ilmi ilerlemenin ve sanayiin, iler­lemekte olan medeniyesine tam bir eğilim sahibi olduğu hakkında gıyabında isnad olunan özel gayeden bambaşka rağbeti bulunduğu muhakkaktır. Hattâ Paşa merhum diyorki: "ve bir de nİzamat-ı cedide münasebetiylede avrupadan öğ­retmen ve mühendis getirtilmesi icab edip, böylece askerle­rin avrupa usûlü tâlimedair emir verildiği halde 3. Selİm'de zaten bu tarza alaka duymuş olduğundan, İstanbul'da mede­niyetin levazımından olan birçok avrupavâri hususlar, nice alafrangaya bağlı işlerde ortayaçıktı. Adetlerin ve usullerin değişmesi zaten insana güç gelip, saltanat koruyucuları ve iieri gelen memurlarda haddi aşarak büsbütün alafrangalığa kapıldılar. Ve de; lüzumlu, lüzumsuz herhususta avrupa usul­lerine uyan davranışlara daldılar. Bu aşırı davranışlardan ür-küpde böyle yapanları tekfire başladılar. Böylece de ifrat, tef­riti davet kaidesince büsbütünde tefrit yâni eksi aşırılık yolu­nu tuttular. "El hikmete zaletelmü'min ehazeha İnnema ve cedeha" mazmununu inkâr*edercesine ve bir takım güzel davranışlardan dahi sırf alafrangadır diyerek taassub yolu­nun taa ucuna kadar gittiler. İşte bu sırada İstanbul'da, küfre ve zındıklığa giden düşünce neşvünema buldu. Şöyleki:
"Sultan 3. Selim hazretleri cihangirane sevdası taşıdığın­dan yakınlanda ona uyarak birinin yerine geçme manzume­sinden ve kimi cifir hesabını Şeyhi Ekber'den kimisi de, ehlikeşif ve kerâmetie mânaiar nakil ederek devletin toparlayıcı­sı olduğunu huzuru hümayunda söylerlerdi. Kabakçı vakası ve Alemdar Paşa eliyle, Sultan 2. Mahmud'a intikal eden devlet işleri, böyle bir ruh hali içinde idare edilmişti. Bu hu-susiarda en dikkat çekici vaziyetin avrupa düşüncesi ve eserleri bu döneme kadar büyük Çin Şeddi ile kuşatılmış bir heyet gibi durum gösteren payitahtın, bilhassa Fransız tesiri altına girmesinin arzu edilircesine açık bırakılmış olmasıdır. Gayet tabiidirki, bir zamanlar padişahın yanında pek makbul bir mevki sahibi oian Fransız sefiri Sebastiyani'ninde, Napol-yon Bonapart ve 3. Selİm'in haberleşmelerinin tesirleri de, unutulmamalıdır. Avrupayi sarsan komiteci fikirlerin kökten uyanışını temine yarayan inkilab olayının, Osmanlı sosyal hayatında mevcud olan korunma şeddini aşmağa çalışan büyük dalgalar sayıldığı, geçen zamandan daha büyük bir tarihi şahid bulunamaz. İnsanın yaradılış bakımından adalet arayıcı bir varlık olduğu nazara alındığında bağlanmış olduğu esaret zincirlerinin her bir halkasını gerek uykuda gerekse müteyakkız olduğu halde zamanın kemirmek istidadı taşıdı­ğını başka sosyal bir hayatın hürriyeti istirdat ve eşitlik mev-zuundada ortaya koydukları hadiseierdeki tarafı bu benzet­me isbat eder.   .

Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri


(Osmanlı devletinde küçük devletlere bölünme- 3. Se-lim'İn tahtı terki ve ahali-Osmanlı devletinin çöküşünün ev-veli-Aîerndar Paşanın Kuvveti ve nazarı ile sened-i ittifak ve bunun menfî durumu-Fatih Camiinde Şûrâ-i Ümmet veya Mec!is-i umumî toplantısı-Sultan Mahmud'un Millete müra­caatı vede bu husustaki hattıhümayunun bir bölümü-İç ihtilal ve karışılıkların çeşitlerine İki amil:
 îstibdad fikriyle sosyal hayatımızdaki gayrimuntazam ma­neviyat. Tarihimizi derin bir tetkik süzgecinden geçirdiğimiz takdirde, ortaya bütün ağırlığıyla çıkacak olan hususların ba­sındaki maddenin çöküş dönemine girmiş bulunan Osmanlı devletinde tahta çıkışlarda olsun, meselelerin vahamet gös­terdiği sıralarda olsun "devletin ahvalinde İslahat" şeklinde sözlerin bizzat padişahın dudaklarından dökülmesi adetten olmuştu. Moda olarak da nitelendirilebilecek olan bu ifade, devlet idaresinin tersliği hususlarından pek şikayetçi ahalinin indinde büyük ümidler belirmesine yol açardı. Ahali mezkûr ifadeyi, devletin düzeltilen idaresinin kendi bozulan düzeninı-de iyiye götüreceği şeklinde telakki ederdi. Halbuki milletin durumu iyileştirilmedİkçe, devletin düzeltilmesi nasıl müm­kün olabilirki? Devlet ve milletin varlığından meydana gelen muazzam heyet, birbirlerini meydana getiren siyasi şekilden başka bir şey değildirki. 3. Seiim; devlet nizamını daha evve! başlamış bulunan istikamette güzel tedbirler yetersizliği se­bebiyle yürütememiş, ülke onun tahttan ayrıiışıyla birlikte bir anarşi girdabına varmişidi.
Sultan 2. Mahmud tahta çıktığı vakit karşısında olan kim­selerin bazıları şunlardı: Rumeli taraflarında; Sirozlu İsmail, Anadolu da, ayan ül ayan lakabıyla iftihar eden Bozok muta­sarrıfı Cebbarzâde Süleyman beylerle, Saruhan mutasarrıfı Kara Osmanoğlu Ömer ağa'yı, Bilecik ve civarında Kalyon­cu Mustafa adlı şahıs ve bunlardan başka bir takım ayan ve sülalelerin adeta, birer küçük beylik, hâttâ müstakil devlet­çikler halinde olduklarını gözlemişti. Bu tablonun sebebide. devleti Osmaniye'nin adalet dağıtışında ve idare tarzında içi­ne düştüğü ve uzun zamanalan rehavet ve ataletinin neticesindendi.
3. Selim; üzerine almış olduğu devlet idaresini Abdülha-rnid-i evvelin kendisine yadigâr ettiği devirden daha karışik ve şımarık bir hâie gelmiş ahaliyle birlikte dağınık bir manza­rayı 4. Mustafa'ya bırakmış oluyordu. Bu vaziyet ise, Os­manlı devletinin şeklen çökme dönemine girmiş olması de­mekti. Bereket versin; Sultan 2. Mahmud, yukarıda adlarını saydığımız müstakil devletçikler yolunda yürüyenlerle kendi­sine, padişahlık, şahsınada vezaretiuzmayı alan Alemdar Mustafa Paşa tesirini, pek fazlasıyla hesapladığından ağırlık Alemdar'dan yana gözüktü. Bu vaziyet karşısında her iki ta­rafı da kısa zamanda ortadan kaldırma suretiyle, lâzım gelen mutlakiyet idaresini temini mümküne, muvvaffak olacağını idrak etti. Tesbitini, bu işin halline kadar, ülkenin üç farklı gücün idaresinde olacağı istikametinde yaptı. Ne varki bu üçlünün yalnız başına bir fayda-imillet teşkil etmesi muhaldi. Çünkü üçünün de halet~i ruhiyesi ve elde ettikleri zihniyet ve irfanın derecesi hiç bir delile lüzum göstermeyecek kadar, malum ve bellidir. Bunların birincisini teşkil eden Sultan 2. Mahmudjzamanın terakkisinden medeniye-i ilmiyeden nasib sahibi idiyse de, hükümdarlığının vazifeleri ve selahiyetleri hakkından bilgi ve tahsil sahibi olmadığı gibi, diğer ikisi ise, eşkiyalıktan azıpta, türeyen paşa, bey ve ağadan ibaret kim­selerdi. Dolaysıyla bunların arasında her yönüyle fazileti, İda­reye uygun olan İslahat fikri, boğazlanacak zayıf bir kurban­dan başka bir şey olamayacaktı.
Sened-i İttifak'ın yapılması ve mühürlenmesi, Osmanlıyı sarmakta olan ellerin nerelere kadar uzandığını, mutlakiyet idaresini bir kere daha esasından ne tarz da zayıflatmış oidu-ğunun hikayesini aşağıda tafsilatlı olarak sunalım: "Maksad, hanedanve ayan denilen cabbarların itaat altına alınması idi. Büyükçe bir kuvvetin sahibi olduğu herkes tarafından görü­lüp ve kabuîedilen Alemdar Mustafa'nın İstanbul'da meşve-ret-i amme yapmak için kendi tarafından Cebbarzâde'ye> Kara Osmanoğluna, Sirozlu İsmail bey'e, Çerman mutasarrıfına, Kalyoncu Mustafa'ya hatta da Şile ayanı Ahmed gibi, diqer ayan ve ağa'lara birer davet mektubu gönderdi. Sadra­zamın gönderdiği bu davetname netice verdi. Beğenmediği­miz Kalyoncu Mustafa, beşbin askerle gelerek Çırpıcı çayırı­na indi. Cebbarzâde ile Kara Osmanzâde hemen hareket et­tiler. Sirozi İsmail bey'de onikibin askerle gelerek Davutpa-şa'da mevkii tuttu. Tarihlerin bize naklettiğine göre; bu müte-aallibenîn davete uyarak gelmeleri, padişaha değil, Alemdar Mustafa Paşa'nın sözü karşısında gösterdikleri itimat! sergili­yordu. Devlet adamlarının; böyle bir meşveret-i amme mec­lisi gerçekleştirmeleri maksadına gelince <avamil-İ devlet-1 âliyenin her tarafda bilâmâni ve mezahim-i nafiz oiması>yâ-ni, hukuİ.-u mukaddese-i padişah-i'nin her tarafça tanınması idi. Şu halde ayan ve mütegallibenin, kendi nüfuzlarında vaz­geçmelerini temin gerekmekteydi. Meşveret encümeninde Aiemdar paşa, yapağı konuşmada: <Bizim aslımız ocaklıdır. Yeniçeri hakkında tutumumuz ortadadır. Şehid padişahımız, (3. Selim/yeniçeri ocaklısına meramını aniatamayıp, onlar­dan rağbetini kaldırdı. Tai'mii asker düzenlemesine himmet buyurdu. Bu davranışı bizin-, menfurumuz (dikkat!) olduğun­dan padişah-ı şehidin arzulanna iştirak hususunda kusuru­muzun da pek açık olduğu m&iumdur. > Dedikten sonrada vezarete yükseldikten ve seraskerlik vazifesini yüklenip, sa­vaşlarda düşman askerini talim ve disiplin içinde bulmasın­dan dolayıda buna karşılık bize ait askerin bozulduğuna şa-hidliğini buna bağlı olmak üzere şehid padişaha hak verdiği­ni ifade etti. Şimdi devletin başında bulunan, padişah 2. Mahmud'un, bu ilimlere vukufu olup, rüşdünü ispat etmiş, gayretli, cesur ve ülkeyi düşman tasallutu karşısmda da, ko­rumaya öncelik veren bir kimse olduğunu be/ana ilaveten, memleketin korunmasının bütün devlet hizmetkârlarının ve bey, ağa gibi zevatında birlik ve beraberliği sayesinde imkân dahiline girdiğini, isabetle naklettikten sonra müzakere neti­cesinde: <Her hâl ve durumda padişahın emri heryerde yeri­ne getirilecek, ancak devlet adına asker toplanacak, şayed buna muhalefete geçen olursa hizaya getirilmesi hususunda da. bütün ayan ve hanedanlar davacı olmak, ancak onlardan birisini şartlardan biri hakkında, aykırı şart ittifakı yapılma­dıkça üstüne gidilmemesi>hususlarına inhisar etti. Bu vazi­yet karşısında "senedi ittifak" adı verilen bir yazı kaleme alı­nıp, imzalanarak mühürlendi. Bu kararlarla yapılan müşave­re meclisi de sonaerdi. Sened-i ittifak, yedi maddeden ibaret idi. Başlangıç maddesi, saltanatın kuvvetinin ve devlet tesiri­nin içde ve dış âlemde, esas olarak alınması, padişahın nef­sinin koruma altında bulundurulması ile beraber, emir ve murad-ı padişahinin ittifak içinde muhafazasını, devlet askeri yazılması ikinci maddesi olup, bu hususda aykırı davranan hâin sayılarak, bütünlükle cezalandırılmasına gayret edilece­ğini, üçüncüsü ise, müslümanların beytülmali ve gelirlerini devletin güzelce, biriktirip muhafazasını, dördüncüsü olarak da, Osmanlı devletinin eskiden beri de riayet ettiği usu! ve nizam gereğincede, padişahın emir ve yasakları dahilde ve hariçde bütün erkânı devlete, vekâleti mutlaka makamından çıktığı makamı sadaretten gelen müracaatı amir, kanunlara aykırı irtikâb ve rüşvete gerek taşraya, gerekse iç işlere dair acil zararı olacak davranış ile mekruhlara karşı tamamının davacı olacağını yazıyordu. Beşinci olarak, ittifak senedine dahil olan ayan ve hanedanı ve devlet adamlarını birbirleri­nin şahıslarına ve hanedanlarına kefil olmaları, altıncısı ise, istanbul'daki ocaklardan vesairelerden bir fitne çıktığı takdir­de, soru sormadan bütün hanedanların İstanbul'a gelerek iş de rolü bulunanların ve ocağında rolü varsa lağvı ve idamı ile birlikte başşehrin asayişini temin, yedincisi de, fakir halk ve reaya'nın korunması olduğuna göre, hanedanların eli ile idare olunmakta bulunan kazalarında asayişine, bunlara yapıla­cak tekellüflerde, hududu itidale riayet gösterilerek, vükelâ Üe kendileri arasında alınacak kararlar icabınca hareket, her hanedan birbirinden durumlarına nezaret etmeye, şeriata mugayir, emirlere aykırı olarak zülüm taarruzlarında bulu­nanlar olursa, hemen devleti âliye'ye haber verilerek hep be­raber engellemeğe hazır olunmasını yazmaktadır. Sened-i it­tifak, Alemdar Mustafa Paşa, şeyhülislâm, kaptan-ı derya, kadı efendiler, nâkibüleşraf, İstanbul kadı'sı, sadaret kethü­dası, yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttab, saray kethüdası, deniz isleri nezareti, divan başçavuşu, ruznamçe-i evvel ile Cebbarzâde Süleyman, Sirozi İsmail, Kara Osmanzâde Ömer, muhasebe-İ evvel, sipahiler ağası, beylikçi ve amedi divanı, Çerman livasımutasarrıfı taraflarınca yeminler edile­rek imzalanmıştı. Görülüyorki; hükümet işlerinin yapılması kayıt ve şartlar altına alınmış. Devlet, kendi tebasından bazı türedi kimseler ileyönetim hususunda bir akit yapmaya mu­vafakat etmiş. Böylece de bir zilleti seçmeye mecbur kalmış. Bu çaresiz seçimlerin neticesinden olarak düşünülebilir ki; 2. Mahmud'un; Rusya himayesine girmesine müncer kılan Mısır meselesi, sened-i ittifak olayından, azıp gelmiş bir eğilim-i tabii olduğu hükmüne varılabilir. Yapılan sened-i ittifakın so­nu, Alemdar Mustafa paşa'nın öldürülmesi, ayanların istiklâli meselelerinin de ele alınmasını getirdi. 1225/1810 tarihinde, Rus komutanı general Kameneski'nin "ya Rusyanın talebleri-ne razı gelirsiniz, ya da İstanbul civarına kadar gelir bu taleb-leri yerine getirtiririm" mânasına gelebilen mektup üzerine, 2. Mahmud'un Fâtih Camiinde yaptırmış olduğu meşveret mecliside. mutlakıyet idaresi sahibi padişahın millete iltica­sından başka bir ad verilemez.
Toplanması temin olunan meclise, 2. Mahmud tarafından ulaştırılan hatt-ı hümayunda, Rusların Osmanlı topraklarını e!e geçirebilmek için sergilediği azmi, büyük çabayı da hika­ye ettikten sonra, milletin istişare hakkına riayet ve alacağı karan başıüstüne koyma anlayışı içinde diyorki: "..Hülasa-i kelâm, ümmeti merhume-i muvahhidin, cihad ile imdada ve ululemre inkıyad ileme'mur olub, seİli seyf-i nebevi ile harekât-ı hümayunum mutazammındır. Cilema-i islâm ve yed-i ocağım, rical-i devletim Fatih Sultan Mehmed hân gazi hz. lerinin camii şerifinde akd-i meclis-İ meşveret ve nifak-ı âmiz harekâtdan ari olarak, hasbetenlillah-i teâla, müzakereye <elmüşteşar-i mute'men> medlülünca, cümlenizi iş bilüp müşavereye me'mur eyledim. Başbaşa verilip her tarafı mü­lahaza olunsun ve mühümmat-ı seferiyeden olan hıyam ve cebehane ve devvab cümlenin mevkuf-u aleyhi olan, akça ve zahairive askeri hususları mütalaa olunup, iktizası huzur-u hilafet-i meabıma arz olunsun. Herkes hatırına hutur eden umur-u hayriyeyi söylesin. Sonra şöyle lâzım idi diyecek kal­masın. Hayır tarafını ketmeyenler zamanımda medhul kal­maz ve tekdir olunmaz. Cümlenin tasvib eyledikleri nezd-i mülükânemizde dahi tasvib olunur.."
Zamanı idarenin günahlarını büyüterek, harici ve dahili kavgaların gittikçe çoğalmasını temin eden olayların meyda­na gelmesinden geri durmayacağı cihetle Sultan 2. Mahmud biraz sonra senedi ittifakta imzası bulunmayan nice derebey­leri, ayanın kıyamı karşısında kaldı. Arnavutlukta Tepedelen-li Ali paşa, Suriye'de Genç Yusuf paşa, Mısır'da Kavaali Mehmed Ali paşa, Babantaraflarında Abdurrahman paşa, üç kıta üzerindeki hakimiyetini dört taraftan sarsıyorlardı. Sul­tan Mahmud'da yeniçerinin varlığından uğrayacağı zararları kendine ait tecrübelerle anlama işinde bilhassa, 3. Selim'in nizamını tatbik etmeye eğilimi görünmüşse de, sekban aske­ri teşkilatı gibi nakis ve yeniçeriliği azdırıcı bir teşebbüsden ileri gidememişti. Osmanlı Tarihi adlı eserimde  1225/1810 yıllarına ait bir ifademizde demişdik ki: "İki âmil vardır ki, mensubu olduğumuz içtimai çevreninde mevcut hâle gelme­sinde kurunu vusta yâni, orta çağ düşüncesi, harp arayışına göre; yükseltmiş, büyütmüş, küçültmüş, cahil, menkub ve-mağlub bıraktığı görülmüştür. Bunların biri, istibdad fikridir. Padişah, bendegân, mukarribin, nedima, nisvan, rical ve ule­ma, diğeri milletin maneviyatındaki gayrı muntazamlık; ca­hillik, taassubat, her istibdada karşı duyulan zorbalık, şaka-vet ve istiklâle ait his, derebeyliği saikleri idi. Bu iki eski can düşmanı eski bir terbiyenin eski bir müessirin, padişah ve kul adlarına koyduğu rabıta ile, yekdiğerini kaldırıp kendine çekiyor. Padişah, bütün ülkeye malı, insanlara kulu gibi ba­kıyor, milletse, bütün ülkenin padişahın aidiyetine, kendi ab-diyyetine kail olmak ile birlikte, en kaba insaniyetin bile ka­baracağı, tahakkümsü halinden usanarak, arada sırada ken­disi de mütehakkim olmak istiyor, kanun koyucu bu kaldır­ma veya cezbetme değişikliliğinde, bir hazırlama mekaniz­ması gibi duruyor, bir cünbüş içinde, idam, sürgün, müsade­re, azil, tehdid, af, lütuf, terfi yapıldığı gibi, günlerce,- aylarca, sabr-u teenni, bila havf yâni korkusuzca ince entrikalar ha­zırlanması, fırsat aramak, nifak çıkarmak, dincede mukad­des olan kaide ve şartlarından menfaat temini aramak, dinin hükümlerinin salime ve selimesini, taarruza kıyam aleti seç­mek, Örf adet, teamül gibi o cemiyete mahsus yeniliklerin, aleyhine saldırmak, karanlıkta alınan bir terbiye ile üç kıtaya yayılan çeşitli kavim ve miraçlardan meydana gelen bir ne-yetide, kendi idrâkine göre ayırıp çevirmek istemek, bilhassa harb tali'inin kendi tali'ini kutlu ve bahtsız bilerek nefsini, bü­tün milletin üstünde bilmek, bütün bu şeylere tahammül et­tirmeği hakimiyet usulü ve padişahlık tanımak, tanıtacak va­sıtalar kullanmak icad etmek, velhasıl bütün bu yıldırımların te'siri, nüfuzu, kuvveti, yardımı ile aşağılı, yukarılı değişikliklere maruz idare şeklini düzeltmeğe uğraşmak ve bununla beraber dıştan gelecek ihtiras dalgalarına ve ecnebilerin istir-kabina karşı, savunmada bulunma ümidinde olunuyordu. İş­te bu bilemeyîş devam ettikçe, Osmanlılık kuzey, doğu, gü­ney ve batı hududiarından ağır ağır çekilen, koyulaşan ve za­man geçtikçe merkeze doğru'toplanan bir mayi gibi her işten elinide ayağını da çeken oluyordu. Siyasetin iki yüzlü oluşu, menfaat takibi olduğundandır. Bütün avrupa bizi zayıf görü­yor. Yine zayıf gördürmeye çalışıyordu. MiIİet'te irfan ve ka-biliyet-i ilmiye kalmamıştı. Rusya ile ona bağlı olanlar, Avus­turya, İngiltere, Fransa, hattâ hem din vehemhal olduğu hal­de iran, böyle büyük bir hükümeti kesin kes sarsan tertible-rin ve darbe-i hükümetin seyircisi değil, oyuncusu oynatıcısı olmuşlardı. Ruslar; Sırbiye ile Mora'da hileli, sihir değnekleri­ne taktıkları istiklâl şeklini; perde de gezdirmeğe hacet gör­müyorlar, kavmiyet poltikası kendi politikalarına aykırı olsa-dahi bizimsahalarda Bulgarlara, Ulahlara. Rum unsurlara gösteriyordu. Biz bunlara isyan diyorduk. Hayır değil; başşe­hirden uzakça bir yerlerde kopub da, daha sonrada cümle kapısından girecek emaret-i ihtilâl ve devlet içinde büyük bir çöküş alametidir. Padişahda;yer yer, kıt'a kıt'a, kavim kavim hor görülüyordu, tşte fransa ihtilâlinden vaka-i hayriye'ye kadar devam edenotuzsekiz sene zarfında Osmanlı hükümeti daha da gerilemek ve kokuşmaya pek çok yaklaşmaktan gayri bir hareket gösterememiştir ve Mora meselesi doiay-sıyla da meydana gelen devletler müdehalesi karıştırıcı ve şaşırtıcıbir parmaktı! Bu parmakda, henüz boğazımız üzerin­de dolaşmaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılışına kadar geçenza-man içindeki kanunsuzluk ve anarşinin şekli-Rus talebleride yavaş yavaş Osmanlı haritası üzerinde beliriyor.
Mapolyon: Moskova, Brezinadan sonra-  Sultan 2.  Mah-mud'un çevresi-Padişah iki kutup arasında: Enderun ve Birun, Halet efendi devri-Sened-i İttifak hazırlayıcılarından Ra-miz Paşanın idamı-Devlet; İslahı, sürgün ve idam fiillerinde, tedhiş politikasında arıyor-Viyana kongresi, milliyet politika­sı, mütegallibenin yok edilme siyaseti, Sultan 2. Mahmud Halet efendi nin manevi tesirinde mağlup kalıyor, vükelâ-i devlet, ülke coğrafyasını bilmiyorlar-Ata, arabaya izinsiz bi-nilemiyor-Yobaz ihtilâli, şeyhülislâm olmak için bir kaç beyaz kılkâfi-Yangınlara karşı, efradın kanun kesİlmesi-Devlet, cumhuriyet hayatını yaşayan cemiyetlerden korkuyor-Erme-nilerin patırdısı-Devletteki zayıflamaya dair hal ve durum-Rum patriği ve metropolidi'nin idamları-Benderli Ali paşa'nın idamı-Halk sadnazama uyuyor, İstanbulda reaya katli, cerhi, takım takım yağmacıların çıkışı, Halet efendinin;idam oluna­rak katli nazariyesi-Sübyan çocukların öğretimi hakkında ferman. Sultan 2. Mahmud'un tahta geçişini gösteren 1223/1807 senesi sonrasında yeniçerinin kaldırılması diğer bir ismi vaka-i hayrİye'ye kadar geçen 18 sene zarfında, yâ­ni 1241/1826 tarihine ulaşan zaman diliminde de, gerek is­tanbul'da gerekse taşra'dahusule gelen karışıklık ve ihtilâller yanında birde, dikkat çekici olması gereken bir çeşit vardı kî, bunların tamamı kanunsuzluklardan ve anarşiden çıkmasıy­dı. Yine her biri ayrı tarz mutlakiyet düşüncesi ve fikriyatına ait ruhiyatı, idareye yerleştirmeye bunların fesatlarına delalet etmekteydi.

Alemdar Mustafa Paşanın Yok Edilmesinde Saray Entrikası


Zat-ı devlete emniyet caiz değildir. Şeklindeki eskiden beri devam eden hükümün teyid ettiği gibi saltanatın üzerinde de, yer yer görülen çözülmeler ortadaydı. Padişah, zalimler ve mütegallibe ile boşyere uğraşmaktaydı. Kanun ve adaletin kurulamadığı yerlerde, zulümler ve tagallübler, hükümdarca yapılır. Senelerden beri, Ruslarla devam eden harb, içte kö­tülüklerin menbaı, ayrıca sermaye genişliyordu.
Ruslar; 1224/1809 yıllarında Anadolu'dan Çerkeş, Abaza, Gürcü topraklarını, Rumeli'den de, Besarabya topraklanyla, Eflâk ve Buğdan'ı istiyordu ve ayrıcada Sırpların bağımsızlı­ğını taleb ediyordu. 1227/1812 senesinde ruslarla yaptığımız sulh antlaşmasından sonra, fransa imparatoru Napolyon, Moskovada ateşler içinde tükenmiş, Berezena felâket-i meş­huruna uğramıştı. Böylece avrupa siyaset anlayışıda yeni bir döneme girmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Halet efendi belâsı ise, başşehir ve taşrada uzanıp gidiyordu. Bu esnada Sultan Mahmud'un çevresini; kimlerin teşkil ettiğini öğren­mek için tarih sahifelerinden, aşağıya aldığımız bölümü oku­yalım. "Sultan 2. Mahmud şehzadeliği esnasında merhum 3. Selim hazretleri ile beraber kafes arkasında yaşarlarken, ara­larındaki sohbetlerde ve bunun neticesinde genç şehzade, Selim'den almış olduğu dersleri pek güzel telakki etmişti. Kafesinden çıktığında bir şahin gibi tahtı saltanata sahib ol­muş, böylece mütegallibe ve yeniçerinin kaldırılmasını tasar-lamakdaydı.
1227/1812 yılı içinde, kafasında taşıdığı tasarıyı, Halet efendiye açtı. Bundan maksadı; Halet'den, halisane hizmet bekleyebileceğini ummasıydı. Halet efendi, taşradaki müte-gallibeyle alakalı hususlarda pekâla hatta birazda ifrata ka­çarak şiddet gösterirken, münafıkane ve hiylekârane bir tarz­da yeniçeri hakkındaki terbiye etme düşüncesini, birer baha­ne bularak, özürler serdederek, erteliyor böylece padişahı al­datıyordu. Halet efendi taşradaki memurları soyup soğana çeviriyor, bunlardan elde ettiği servetin bir bölümünü yeniçe­rinin ele gelir adamlarına üleştiriyordu. Zamanın ihtiyacına bakarsan devleti âliyenin "eni usûl ile işe yarayacak asker tedariki, mutlaka şarttı. Enderun adamlarının ileri gelenlerin­den olan padişah siîahdarı Ali bey gibi bazıları da eski usûl adetleri beğenmeyip, yeniçeri ocağının kaldırılması hususun­da rey sahibi padişaha hak verirlerken de, Başçukadar Seyid ömer ağa ile Berberbaşı Ali ağa gibi bazıları da enderunu hümayunca tercih edilen usûl, eskisi gibi değiştirilmeden gö­türülmesi, askeri sınıflarda yapılacak değişikliklerin enderun-u hümayuna bulaşacağı kaygusuyla bundan kaçınıyorlar, Halet efendinin düşünce tarzını desteklemekteydi. Bilhassa bunların içinde bulunan Ömer ağa kaidelere pek düşkün ol­duğundan, bu davranışları padişahı pek sıkardı ancak, çok sadık ve ihlas sahibi kimse olduğundan, padişah kendisine büyük saygı ve riayet gösterdiği için her doğru bildiğini söy­ler vazifesini yapardı.
Sultan 2. Mahmud; birûn yâni dışarıda yeniçerilerin tazyi-ğine enderunda yâni sarayın içinde bir takım eski teşrifata ait resmi usûle ait baskılar altında sıkılmıştı. Kendisi manevi bir kafesin mahkumu olduğu düşüncesiyle, yeniçerilerin bu husustaki baskılarını kırarak, bentlerini yıkarak onları orta­dan kaldırmak, yeni usûlleri uygulayarak devletini düşmüş olduğu perişan vaziyetten kurtarma çaresini aramaktaydı buna yardımcı olması muhtemel kimselerin ağızlarını ara­maktan, geri durmazdı. Ne çareki Halet efendi, çalınacak her kapıyı bu bahisler için kapatmış olduğundan kimse gerçek görüşünü ortaya seremiyordu. Halet efendi, perde arkasın-dan yürüttüğü engel olma hareketi içinde, padişahın kulağı­na, kendisiyle aynı düşüncede olduğunu söyleyecek zevatı, birer desise ile bir ucu ahirete, bir ucu da taşraya uzanan yolculuklara çıkarırdı. Buna karşılık pek maharet gerektiren makamlara devamlı olarak, ehil olmayan kimseleri geçiri­yordu. Böylece ehil olmayan kimseler, mühim işleri idareden aciz kalırlardı. Bu aciziyetleri de, kendilerinin Halet Efendiye müracaat etmelerine mecbur kılardı. Bir aksiiik çıktığızaman üstesinden gelemeyen Halet efendi ise, bazı hediyelerieyen i-çeri reislerini memnun edip, bunlar vasıtasıyla müşkülâtı at­latıp, böylece de, varlığının bir kimya gibi devlete faydalı ol­duğunu, herkesin derdine deva bulduğunu adeta imâ ederdi. Yeniçerilerin ileri gelenleri, hep Halet efendinin adamları ol­manın icabatından dolayı, bir takım nümayişler yaptırtır, sal-tanat-ı seniyye'yide tehdide tâbi tutarlar, bunu gerek dışarıda gerekse içeride de gerçekleştirirlerdi. "Yukarıya aldığımız sa­tırlar, pek açık olarak ortaya seriyorki, Sultan 2. Mahmud, bir kafesden bir başka kafese girmek için uçmuş, kanatlarını Halet efendi ile enderun ileri gelenlerininin İnsafına teslim et­mişti. Şu da unutulmamalı, bu yırtıcı kuş, kendinden başka bir başkasının baskısına tahammül edemezdi. Buna bağlı olarak saltanatının çok büyük bir kısmı, vakaların çoğu, mü-tegallibenin üzerine ceza düzenlenmesi ile geçmiştir. Hicaz bölgesinin vehhabilerden temizlenmesinde, Gazi unvanını al­mış, Ruslarla yaptığı sulhden sonra, Rumelideki meseleleri bertaraf etmedeki başarısı, yine o sıralarda sened-i ittifakın-yazarı arasında olan geçmişte Rusya'ya firar etmiş bulunan Ramiz paşayı, İstanbul'a dönme isteğine müsaade verip, Ra-miz'inde daha Buğdan'a girer girmez kellesini alması, ceza düzenlemesi sözlerimize birer örnektir.
Bu devirde, bu mutiakiyet anlayışında görülen ıslahatın aranması, sürgün ve idam cezalan önderliğinde oiuyordu. Çünkü iş başında görünen Halet efendi vardı Napolyon'un yıktığı hükümetlerle avrupa siyasası dengesini yeniden kura­bilmek için yapılması kararlaştırılan ve tatbike geçilen Viya­na kongresine Osmanlı devleti temsilcilerinin iştirak etme­yişlerini bizim tarihlerimiz şöyle anlatır: "Osmanlı devletinin; bu kongreye murahhas heyeti göndermeye hakkı bulunuyor­du. Fakat pek fazla iç meselesi olması, bunların husule getirdigi müşkülatlar, dış meseleleri de gereği kadar takiplerden mahrumdu. Ayrıca 3. Selim vakasında telef olan devlet adamlarının, boş kalan yerleri doldurulamamıştı. Hakikaten, devlet adamı denebilecek zevat yetiştirilememişti." Yukarıya aldığımız tarihi izahat; bir nevi tevil olmakia beraber, bizim avrupa devletleri arasına girmemize engel, hak kazandıracak hükümet şeklini gerçekleştirememizdir. Bu husus aslolan se-bebdir. Ayrıca biz bu tarihlerde, iç ihtilaller ve karışıklıklar içinde, her tarafından çıbanlar fışkıran bir şahsınta kendisini andırıyorduk. Avrupa siyasi dalgalanmalarına asla aldırmı­yorduk. Tarihi Cevdet, bizim bu lakayt davranışımızı ileri sür­düğü sırada, devlet memurlarının ileri gelenleri siyasete ait havadislere dair meraklarını, ecnebi lisanlara vâkıf bulunan Fenerli Rum beylerden öğrenerek giderirler vede malumat sahibi olurlardı. Diyor. Viyana kongresi Tarihi Cevdet c. 12, sh. 198'de şunları yazıyor: Viyana kongresine iştirakimizi bil­diren Avusturya başvekili Prens Meternih'e, vermiş olduğu­muz red cevabının izahı şöyleydi: "Babıâli ilk önce bu davet hakkında gereği kadar tetkiklerde bulunmamıştı. Murahhas gönderilmesini uygun görmemişti. Çünkü Osmanlı, avrupa devletlerinden bazılarıiie rabıta kurup antlaşmalar yapma usûlünü bir zamanlar ciddi bir görüş olarak kararlaştırmış­ken, avrupa siyasasının perişanlığını, tecrübe etmiş böylece bu ittifak usûlünden vazgeçip, esas görüşü olan, tarafsız an­layışa avdet etmiştik. Viyana kongresi; bu esnada hükümet­ler yıkıp deviriyordu. Bundan çıkarılacak bir netice varsa da, Osmanlı devletinin avrupa devletleri arasında yalnız kalmak gibi vahim bir duruma kendi kendini düşürmesini tesbittir. Bu vaziyet karşısında avrupa devletiyken, avrupa hukuku dairesi dışına düşmüştük. Bu bakımdan Viyana kongresi ka­rarlarından olan, kavmiyet politikasını men edişinin de, bizimle alâkası yoktu. Mora isyanı esnasında, Rusya imparato­ru 1. Aleksandr'ın teşebbüsleri ile, bizzat kendisinin kavmi­yet politikasına hasımken, bu isyancı kavmiyetçilere göster­diği yardımsever tavır hatırda tutulması gereken bir ihtardır. Mütegallibenin cezalandırılması siyaseti, her geçen gün şid­detlendi. Taşra'da vezir ve mirmiranlar, İstanbul'da yeniçeri ağası satır atmaktaydı. Biz de nice zamanlardan beri usûl ve ceza hukukundan ayrı durmak hükümetçe kaide olarak da seçilmişti. Tenkil vakalarında cezayı tertip memurların keyfi­ne bırakılmıştı. Zulümler çoğalıyor, İstanbul ile taşranın ara­sında hâl ve durumlar değişiyordu. Yeniçeri ağası Seyid Meh-med ağa'nın Öldürülmesiyle kabul edilen neticesiyle ihtilâl vakası buna bağlı hallerdendir. 1230/1 814'den 1232/1817 yıllarına kadar olan vakalar hep bu tarzda anlatıldıktan sonra derebeylerden Karahisar Voyvodası İbrahimağanın idam edilmesini amir fermanın Konya valisine yollanacağı yerde, Bursa valisine gönderildiğini yazıyor ve diyorki, "Şu karışıklı­ğa bakınız; babıâli bir adamın idamı için ferman yazıyor. Lâ­kin nerede ve ne halde bulunduğu ve hangi sancağa bağlı ol­duğundan habersizdir.
ülkenin coğrafyasını bilmeyen vükelâda ancak böyle ka­ranlıkta hayalet taşlar. Nevar ki; hükümet yinede Halet efen­dinin kurmuş olduğu, ayan ve vücuh politikasını kırmaya de­vam ediyordu. Sürgün ve idam kararlarının fermanları yazılı­yor. Sultan Mahmud; ülkenin İslahına büyük çaba sarfettiği hal de, İstanbul'da Halet Efendinin, mânevi tesirine mağlup oluyordu. Hakikaten bu senelerin olaylarında, ülkenin ihtilal tehdidi ile korkutulmamış hiç bir yeri kalmamıştı. Ata, ara­baya bile binmek eski kaideye bağlıydı. İzinli olmadıkça ve gayri müslim teba'dan olana bir şeye binmiş olmak yasaklandığı zamanda, devletin nasıl bir ıslahat anlayışı aradığının tahmini yapılamazdı. Bir eşkiyanın karşısına, başkaca bir eş­kıya çıkarmaktan ibaret olan iç siyaset ise: "Bu gün ona ise, yarın bana" anlayışı içinde yapılan cezalandırma, iki taraf arasındaki mutabakat sonun da belirlendiğinden, devîetde küçük düşmekten başını alamıyordu.
İstanbul'da ise, devlet adamlarına aleyhte sözler sarfet-mek ve bunun en hafif cezası da sürgün belasına uğramaktı. "Yobaz İhtilâli" adıyla meşhur olmuş münferid bir vaka 1233/1818 senesinin istanbul sosyal hayatının, bir bölümü­nü ortaya koyar. "Padişahın yakın çevresinden bazılarına ya­kınlık hasıl eden ve makam-ı meşihata oturan Zeyneiabidin efendi, İlim yolu mensuplarını, esaslı bir İslahata tâbi tutmak düşüncesiyle tanınmış ulemadan kimini sürgüne, kimine azar ve tehditler yağdırırken, akrabalarını, kendine ülfeti olanları çok kısa zamanda yükseltir. Böylece de genel bir nefret dalgasını üzerine çeker. Bu sırada; ilim talebesi kıyafe­tinde dolaşan bir sürü serseriden ibaret olan yobazlardan ço­ğunu hapis ve sürgün, bir kaçımda İdam etmeye kalkışır. Bu­na karşılık; rûus imtihanında hatır gözeterek liyakat sahibi olmayan kimselere de rûus verdirdiği görülür. Bu vaziyet ta-lebeİ ulûm ile beraber Deli Emin efendi, Musannif efendi gibi büyük hocaların da tabiatına ters gelir. Böylece şeyhülisla­mın azli temenni olunmaya başladı. Tam bu esnada; Fâtih medresesi talebelerinden biri, Karamanlı bakkalın birinden iki mum ister. Ancak mum sıkıntısı yaşanmakta olduğundan hükümetçe, herkesin bir mum kullanması tenbihlenmiş, ol­duğundan bakkal bir mum verir. Çömez ise, iki mum talebin­de İsrarlı olur. Aralarında kavga çıkar. Talebe, bakkalı düğ­meğe başlar. Bu patırdıyı işiten kolluk, işe karışır. Birkaç yobaz daha iştirak eder. Yeniçeriler bunların hepsini tutup, hem ağa kapısına götürürler, hem de daha evvelce telakki ettikle­ri emirlere uyarak bir de adamakıllı döğerler.
Ertesi gün işi şeyhülislâmın takip ettiği, adamları idam et­tirdiği hususunda bir dedikodu yayılmış. Medrese talebeleri artık takım takım toplanırlar. -Bu ne demek? Bir bakkala iki sille vuruldu diye ilim yolu talebelerine bu şekilde darb ve tahkir olurmu?
"Darb-ı zeyd amı'en" makulesi bir fil'i mazi için tal-ebe-i ulûmdan bir kaç kişiidam edilirmi? Bu şeyhülislamın bizler hakkındaki garaz ve nefsaniyetidir, fetva kapısına gidelim, idam edilmişlerin hak'lannı dava edelim. Diyerek, o geceyi atlatırlar. Ertesi gün camilerde derse çıkan hocaları engelle­yip, rahle ve minderleri kaldırırlar. "İlim yolu talebelerinin na­musu temizlenip ikmâl edilmedikçe talimül mütalliim risale­sinin dahi okunması, caiz olamaz." diyerek derse girenleri de kendilerine uydurdular. Büyük bir cemiyet halinde fetva ka­pısına dayandılar. Şeyhülislâm divanhanesi yobazlarla dolar. Zeynelabidin efendi dışarı çıkamayacak hale gelir. Kethüdası biraz kendimi göstereyim der, ancak bir güzel dayak yediğin­den kaçar. Şeyhülislâmın müşavirleri ve yakınları birer köşe­ye saklanırlar. Şeyhülislâmla Fâtih camiinde şer'i mahkeme isteriz, maktullerin kanını isteriz diye bağırışırlar. Vakit öğleyi bulur. Musannif efendiyle Deli Emin Efendiyi çağırırlar. On­larda; binbir naz ile. atlarına binip gelirler. Şeyhülislâm ile görüşüp ağızlarına geleni söylemekten çekinmezler. Sonun­da sürgüne tâbi tutulanların serbest bırakılmasına karar veri­lir. Kalabalık da dağılır.
Ancak şeyhülislam ifta makamından alınır. Mekkizâde Asım efendide şeyhülislam olur Cevdet tarihinde bu yazıldıktan sonra bir deftere ilave olarak yazıyorki, şeyhülislâmlığın Halet efendi elinde bir kaç beyaz kıl kadar ehemmiyeti oldu-qunu doğruiar. Diyorki: "Sağlam olan bir kaynaktan dinlemi-şizdirki, Halet efendi, daha önceden Mekkizâde'nin meşihat makamına getirilmesini tasavvur etmişse de Mekkizâde pek genç olup, henüz sakalına daha kır bile düşmediğinden Halet efendi gizlice gönderdiği haberde, Mekkizâde'nin sakallarına bir kaç beyaz ki! düşürmesini istemiştir. Mekkizâde'de saka­lına öd ağacı yakarak, bir iki kılı ağartmaya muvaffak ol­muş, böylece de makamı meşihata oturabilmiştir." Şeyhülis­lâmlık makamının bu zamanlar da bile, gördüğü itibarsızlik-dan anlaşılıyorki, temiz şeri'atımız da şunun bunun elinde oyuncak vaziyetine gelmiş, zamanın iş görenlerinin umurun­da değildi. 1233/1818 senesinde yedi ay içinde, yetmişüç adet yangın çıkmış ve İstanbul ahaliside uykudan mahrum kalarak evlerinde nöbet beklemeğe mecbur kalmışlardı. Halk arasında meydana gelen galeyanın bastırılması için Kanbur Süleyman isimli haşan bir serseriyi idam, Halet efendi'nin hasımlarından olan, Mektubçu Atâ efendi ile Beyiikçi Sâib efendi sürgüne gönderildiler. Fahişe yüzünden de bir bostan-cınının bir hamalı, bir humbaracının bir kürdü öldürmesi adli kaidelerin geçerli olmadığı bahanesi ile meydana gelen ha­mallarla, kürtlere selahiyeti verilmiş ve bir defasında, hamal­lar, diğerinde kürtler, katillerin mensub oldukları kişilere hü­cum etmişler, büyük kavgaca sebeb vermişlerdir. Böyle ve-kayi husule geliyordu.
Yeniçeri ortalarından; 25. ve 71. arasında semer devirme, yâni bir ortadan diğerine geçme davası büyüyerek, üçgün üçgece birbirleriyle savaştılar. Ermenilerin ilk patırdısı bu sı­ralarda meydana gelmiştir. 1233/1818 senesinde ortaya çıkan, ermeni katolikleri meselesinide hükümet ileri gelen bir kaç kişiyi sürmek suretiyle bastırmaya muvaffak olmuştu. Fakat ermeni patriği gizlice katolik olan ermeni rahiblerinin teşvikiyle, iki tarafı barıştırmak vede tel'if etmek hevesine düşmüşsede, 1235 senesi zilkadesinin 11. pazar /1820 se­nesi ağustosunun, 20. günü "sen bizi katolik edeceksin" kız­gınlıkla söyledikleri sözlerle patrik'in üzerine hücum etmişler, patrik her ne kadar kaçabilmişse de, çıkan arbedeye koşan, kolluk zabitanı ve erlerinden bazıları yaralanmışlar ve Erme­nilerin İleri gelenleri yakalandı ve de bunların dördü idam olundu. Bu hadiseden sonra tarih demektedirki: "Bir zaman­lar bu tarz cumhuriyet yolunda giden, cemiyetler devlet ida­resinin nazarı dikkatini pek çok çekerdi. Telaş ve endişelere düşerdi. Tepedelenli Ali Paşa harekâtıyla. Mora ve Sisam bi-lahire Girid ihtilâlleri için Rumlar arasında isyan eğilimi, Rum Etniki Eterya cemiyetinin kurulması ve üstelik merkezini İs­tanbul'da teşkil etmesi, Eflâk ve Buğdan'da bir sürü karışık­lıkların kendini göstermesinde yatan sebeblerde Osmanlı hü-kümet-i idaresi zafiyetide rol oynamaktaydı. Osmanlı baş­kenti hiç bir vasıtaya mâlik değilmiş gibi, etrafı ile haberleş­me sağlayamıyordu ki, rum patriği Grigiryos'un Mora ihtilal­cileri ile haberleştiği, nasılsa haber alınıyor, hristiyanların paskalya bayramında görevinden azledilip, patrikhane içinde asılmak suretiyle cezaya müstahak ediliyor, cesed asıldığı yerde üç gün durdurulduktan sonra denize atılıyordu. Hemen patrikle alakalı olduklarını da tesbit eden hükümet; Balıkpa-zarı, Kaşıkçilarhanı ve Parmakkapı, gibi metropolidlerin, pat­riğin uğratıldığı akibet, bunlara tatbik olundu. Bütün bu dav­ranışlar Rumların isyanlarını çoğalttı. İç siyasetimizde asla rastlanamayacak kötü tedbirlerindendi. Bu arada Halet efen­di ise, kendi hakkında lâf edenlerin de cezasını ya idam, yada sürgün olarak veriyordu. Hatta bunların içinde sadaret mevkiine gelmiş tok sözlü, Benderli Ali Paşa gibi, bir vezirin. Halet efendinin çalışması, sadaretinin 10. gününde önce azil, Kıbrıs'a sürgün ve orda da hemen idam edilmesine yetme başarısını göstermişti. Demekki, Halet efendinin kudreti öy­lece bir dereceye varmıştıki, yalnız padişahı idama muktedir değildi. Benderli Ali Paşadan sonra makamı sadarete gelen Çermanli Salih paşa adlı bir vezirin devri, bu olay üzerine ay­rıca kötülüklerin işlenmesini biriktirmişti. Cevdet paşa, tari­hinde diyorki; "Salih paşa, sadrıazam olduğu günün hemen ertesinde, sah günü idi ve İstanbul'un çeşitli semtlerinde 12 Rum öldü. Bunların içlerinden biri de, Arnavutköyü başpapa-sı idi. Hemen ertesi olan çarşamba günü 7 rum daha kati olundu. Devletin böyle bir siyaset içine girmesi, müslüman-lardan bazılarınca görülüp cesaretleri de çoğalıp, Kalas'da rumların müslümanlara yapmış olduğu mezalimin intikamını almak maksadıyla, mezalimde yer aldıklarını sanıp ve gözü­ne kestirdikleri reayayı öldürür oldular. Mürahık, yâni akılba-liğ ve akıl baliğ olmayan çocuk ve talebelerle, içlerinde 18-20 yaşına ermiş terbiyesiz ve edebsiz nadan oğlanlar, küçük büyük okul çocuklarıyla toplanarak, Şaban ayının 2. cuma günü bir kaç gurup halinde İstanbulun hristiyan mahalleleri­ne saldırıp, bazılarımda yaralamaya cesaret buldu. Diğer bir gurubu da, Eğrikapı klişesini basıp, avizelerini ve eşyalarını yağma ettiler. Ertesi gün bir diğer gurub ise Beyoğlu yakı­nında Çukur dedikleri ermeni semtini bastılarsa da bunlarda silah olduğundan, rivayete göre 8 kişi kadar büyük küçük yaralanmış bunlardan ikisi ise çok geçmeden ölmüş. Bu ölümlerden sonra bu rezillerin Beyoğlundaki hristiyanlara ait dükkanları taarruz altına alacakları hususunda istişare yap­tıkları, duyulunca zabitan bahse konu yerlere koruyucu koyma yoluna saptı. Bu günlerde çarşı ve sokaklarda yahudiler-den başkası nadiren görünür oldular. "Halet efendinin; idam ve katlettirme hakkındaki düşüncesini zamanın haleti ruhiye-sini ortaya koyma bakımından bakışımızın gayet feci durum­la çarpışacağını göreceğiz. Andera adası voyvodalığını ta­mamladıktan sonra, İstanbul'daki evinde, uzlete çekilip ya­şayan ve Halet efendinin katlettirdiği, Darbhane nâzın Ab-durrahman bey'e bağlı, Reşid isimli bir delikanlı hakkında, merhamet sahibi biri, Halet efendiye; "Bu Reşid genç bir kimsedir. Bir başka şekilde cezalandırılsa" dediğinde Halet efendi ise bilinen tavrıyla; "Genci öldürmek yazık, ihtiyarın katli günah, her zaman öldürmek için ortayaşlı adamı nerede bulmalı?" şeklinde cevap vermesi, hazin bir hâl değilmidir?
Yine; Cevdet tarihinde yazıldığına göre, "gerek İstanbul'da, gerekse taşrada insanın bir kadri kıymeti yoktu. Adam öl­dürme piliç kesmek ile aynı gibiydi. Hatta bir ara İstanbul'da reziller çoğalınca önleme tedbiri için mec!is-i vükelâda da bir çare arandığında, Halet efendi, yeterli tedbir olarak "Şimdi Okçular başındaki berberin başı kesilsin. Bunu gören ve du­yan rezillerin korkusu çoğalıp, bu işin arkası kesilir" Dediğin­de, huzurda bulunan biri: "Aman o benim berberimdir" şek­linde konuştuğunda Halet efendi: "Ona mahsus değil, öte ta­raftaki berberin boynu vurulsun, maksad hası! otur" demiş olduğu pek meşhurdur. İşte bu düşünce tarzı Halet efendinin sürgün ve akabinde ölüme mahkum edilmesine tarih olan 1238/1823 tarihine kadar madde hükmünde geçerli olmuş ve 1241/1826 tarihine kadarda ortada kalıp, kaldırmaya ça­lışan görülmemiştir. Gayet nâdir olarak, 1240/1825 yılında müslüman çocukların merahık yâni âkılbaliğ olacak yaşa kadar okullarda, şeriat-ı islâmiye ve kavaid-i diniye talimi ve"ârenmekle ilgili mecburiyeti belirten fermân-ı âli yayımlandi.
Yine aynı sene Benderli Selim paşanın sadrıazam olması, Vakai Hayriyye yâni, yeniçeriliğin kaldırılması hususundaki başlangıcda hayırlı addedilse yerindedir. Meşhur Engel-hard'ın ifadelerinin ışığında vede Ahmed Rasim Bey'in tahlil­lerinden de istifade ederek, aşağıda seçtiğimiz ara başlıklar altında Sultan 2. Mahmud dönemine bir atfunazar edelim.

Vaka-İ Hayriyye (Yeniçeriliğin Kaldırılışı)


1241/1826'da yeniçerilik, aynı tarihde yeniçeriliğin duru­mu, heyet-i samsaniyeyi yâni keskin kılıç teşkilatının ilk ku­ruluşu, -849/1445'de Bıçak Tepe vakası (Tac'üttevarihden bir parça), İlk isyan şekli (Mufassaldan) ceza bölümü, dört asırlık isyanlar, 3. Selim devrinin yeniçeri ağası ve zabitleri­nin itirafı -Mısır'ın Cihadiye askeri Bender Selim paşama sa­dareti, Eşkinci askerinin kurulması-Ocağın kaldırılışından sonra, kurulan divan heyeti ve padişahın nutku, Muhalefetin müsaderesini kaldırış, Asakir-i Mansure-i Muhammediye teş­kilatı, İlk ordu -Rus Çar'i Aleksandr'ın ölümü, Nikola'nın tah­ta oturması, Sultan Mahmud hükümetini başka te'sirlerin or­taya çıkmasıyla, durum değiştirmeye mahkumiyeti fikr-i ce-did yâni yeni düşünce- Akkirman antlaşmasının sebebleri...
Uzun zamanlar boyunca, padişahlarca veya devlet adam­ları tarafından tasavvur olunan, bütün İslahat ve yeni nizam tatbikini engelemeye çalışanları beyan eden tarihlerimizin hedef olarak gösterdikleri tek fail, yeniçerilerdir. Yeniçeriler 1241/1826 senesine doğru, eskidenberi kuruma arız olan, çöküşler yüzünden yıkılmaya yüz tutmuştu. Memleket için­deki, hem ahalinin hem de İdarenin nefretini üzerine toplar hale gelmiş geçmişti bile!
Böylece üçüncü bir vaziyet meydana getirmişti. Artık tes­lim etmek gerektirirdik), yeniçeriler devlet ile tebâ arasında kurulmuş bir heyet-i isyaniye hâlini almıştı. Bunların ilk ku­ruluş tarihi 849/1445 senesine rastlar. Bu isyan heyetinin İlk vakası Sultan 2. Murad'ın, oğlu Fatih Sultan Mehmed lehine feragat ettiği tahtına yeniden dönüşü böylecede, Sultan Meh-med'in tahttan hâl edilmesi, bu isyan heyeti yüzünden vuku-bulmuştur. Hatta; muteber tarih kaynaklarından olan Tac'üt tevarih(l) adlı eserde bu vaka şöyle nakledilir: .Ama bazı ta­rihlerde şöyle yazılmıştır ki, Varna savaşından sonra, Edir­ne'de bir müddet dinlenen 2. Murad, eski üslubu üzre salta­natı tekrar Mehmed hân'a devredip, havassı ile hizmetkârla­rını alıp Manisa'ya çekildiler. Sultan Mehmed'de kendi adına akça kestirip, üzerine adını koydu. O sırada, Edirne'de çok geniş bir yangın çıktı. Bezastan denilen çarşı ile Tahtakale ve daha nice yerler yandı. Bu çarşının kethüdası Hoca Kasım ve bir çok çarşı mensubu çarşı ile birlikte yandılar. Yeniçeriler başkaldırıp Hadim Şahabeddin paşayı yakalamak üzere bas­kın yaptılarsa da, paşa içkapıdan kaçarak, Eskisaray'a sığı­nıp, saltanat sahibi sayesinde kurtuldu. Bucak Tepesine çı­karak halka korku verdiler. Bir çoğu daileri giderek yeni sa­kinleşip, gelecek vezir ve komutanlardan, Halil paşa ve İshak paşa ve de Beylerbeyi Ağvaroğlu, neticede aralarında anla­şıp, Sultan 2. Murad'ı tahta geçmesi için davetettiler. Bu va kıa vukubulduğunda 849/1445 senesi başlarıydı. Sultan 2. Murad deniz yolu ile gelerek Edirne'de bulunan Bucak Te-pe'ye indi. Av adı ile çıkıp yeniçerinin düşüncesini öğrenipde yeniden saltanata dönmeğe karar verdi ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya yolladı, Mufassal ise, bu vakayı daha da açık bir şekilde anlatarak, diyorki: "tarihlerde pek netlik görülmüyor-sada, yapılan ifadede anlaşılacak gibi olan husus, Sultan Mehmed hz. lerinin veziriazamı Çandarlı Halil paşanın, Sultan 2. Murad'ı Varna savaşı münasebetiyle tahta davet etmesine itiraz etmemekle beraber bittabi muğber olduğundan ve Niğ-bolu zaferinden sonra, Sultan Murad'ın yine Manisaya çekil­mesi sonrasında genç padişahın bazı davranışlarından Halil Paşa pek emin olamamıştı. Artık ne yapsalar Manisa'daki padişahı tahta geçirme teklifine olumlu bakmayacağını anladıklarından, bir hileye başvurdular. Edirne şehri içinde pek büyük bir yangın çıkararak bilhassa Bedestan civarında meydana getirildi. Söndürülmesine koşan yeniçerileride yağ­ma yapmaya teşvik ettiler. Bazı yeniçeri komutanları, enge-lemeye gayret gösterdiklerinde, bazı müfsidierin tahriki ile askerin bu kimselere de saldırdığı görüldü. Bazıları ise çok kötü muamelelere maruz kaldılar. Nihayet, Sultan Mehmed hz. leride bu fesadın meydana gelmesinden dolayı hayretlere düşmüş ve günde yarım akça nisbetinde askerin, maaşına zam yaparak teskin etme yoluna gitmişse de Hali! Paşanın fesadı yüzünden bununlada yolunu bulamadı. İşte böyle de­vam eden vaziyet, eninde sonunda fena bir raddeye ulaşaca­ğını, eğer tahta oturmazsa kendi elleriyle devletlerini tehlike­nin kucağına atacaklarını, Manisa'da Sultan 2. Murad hz, le-rine arz ettiklerinden, padişah 849/1445 yılında avlanma ba­hanesiyle Edirne'ye gelmiş vede yeniçerinin tamamını ava davet etmiş, orada yeniçeriler Sultan Murad'a, tahta çıkmaz ise fesadın engellenemeyeceğine dair nümayişler yaptıkça, askerin kendisine itaat edeceğini anlayan Sultan Murad, bu kanaatıyla tahta çıkarak saltanat teklifini kabul buyurmuşlar­dır." Bu fıkralar sayesinde anlaşılıyor ki, Sultan Fâtih Meh-med'in Karaman savaşından dönüşünde yeniçerilerin bahşiş taleblerine ayak diremesi, Bıçaktepe vakasını müteakip, ya­rım akça ilerletilen maaşın lezzetinden, damaklarda bırakmış olduğu tatlılıktandır.
Şu halde 849/1445 tarihinden, vaka-i hayriye'ye rastlıyan 1241/1826 tarihine kadar geçen 392'hicri/376 miladi sene ki yaklaşık dört aşıra varan zaman dilimi içinde yeniçeri is­yanları devr-i istilâ, devr-i ikbâl yâni yükselme, devr-i inhitat yâni duraklama ve çöküş dönemlerinde de devame de gel­miştir. 3. Selim devrini başlangıç olarak kabul edersek, nizami asker kuruluşu fikrinde, sadrazam Koca Yusuf Paşa'nın kanaati var olup, hâttâ 2. sadaretinde yeniçeri ağası ve saire ocak zabitlerinin de bulunduğu bir istişare toplantısında bun­lar: "paşam; biz bu defa 20 binden fazla sayıda ocaklı aske­riyken, 8 bin moskofun askeri Tuna'yı geçti ve üzerimize yü­rüyüp gücünü gösterdi. Düşmanın böyle nizamiye askerine qöre, bizim askerimizin ise yeni savaş hilelerinden haberi ol­mayınca, biz bu hâl ile gidersek kıyamete kadar zafer ve nusrat göremeyiz, şeklinde itirafda bulunmuşlardır. Alemdar Mustafa Paşa'da; sened-i ittifakın yapıldığı toplantıda: ".Vak-ta ki; vezirlik rütbesi ile başımız bağlandı, ünvan-ı serasker­lik ile kıymetimiz yükseltildi. Gerek orduyu hümayunun ma­iyetinde ve gerek kendi başına düşman askeri ile savaşma esnasında düşmanın galib geldiğinin görülmesindeki hakiki sebeb tetkiki ve araştırması yaptığımda düşman askerinin galibiyeti öğretici ve muntazam subaylarının, harp fennine vâkıf komutanların fikir birliği yapmış olmasından kaynak­landığını öğrendiğimi itiraf edeyim" Demişti.
2. Mahmud; Alemdar'ın tesiri altında kalmaktan halas ol­duktan sonra derebeyleri, Rus elçileri, isyanlar ve bir takım saltanat rakipleriyle uğraştığı sırada devlet makamının bu tip haşaratile muhafaza edilemeyeceğini anlamış vede yeniçeri­lerle ahali arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı, biribirlerine karşı hissedilen nefret duygularından epeyce istifade etmişti. Bundan başka Mısır'da, Mora'ya nakledilen ve Cihadiye adı-nınkonmuş olduğu talimli askerin, bu havalide gösterdiği ya­rarlılıklarda nazarı dikkatini pek çekmişti ki Mısır'dan gelen yeni fikirlerden biri de bu idi.
Mamafih Sultan 2. Mahmud küçük büyük reyleri topla­makla yâni bu gibi ıslah edici kuruluşların irade ile meydana gelemeyeceğini anlamış olduğundan milletle birlikte alınacak kararlarla yapılabileceğini idrak edip, ilk iş olarak asa-kir-i muntazamayı kurma maddesini devlet adamları ve âlimler arasında müzakere sahasına soktu. Bunun temini içinde Benderli Selim paşa sadaret makamına getirildi. Yine o dönemin şakacılığı ile meşhur olmuş bulunan Kadizâde Ta-hir efendiyi şeyhülislâm olarak tayine karar verip, gerçekleş­tirdi. Bir yandan ulema gurubuna iltifatlar yağdırırken, topçu sınıfına mensup askerlere ayrıca güler yüz göstermekteydi. Kendisinin Berberbaşısı Ali ağa ile Halet efendi, arasında te­ati olunmuş teskerelerden de anlaşıiıyorki, padişah eskiden-beri yeniçerilerin isyancılarını imha etme tarafını seçmektey­di ve Halet efendinin tatbik ettiği erteleme siyaseti bu arzu­nun gecikmesini temin etmişti. Halefin idamının arkasından Sultan 2. Mahmud bu işe hemen başlamıştır. Vakai hayriyye denilen meselenin çıkmasına, Eşkinci adı verilen bir askeri sınıfında kurulması teşebbüsü olmuştur. Eşkinci sınıfı, 3. Se­lim devrinde kurulan.nizamı cedid, Alemdar Paşa sadareti esnasında teşekkül ettirilmeye çalışılan sekban adı verilen bir askeri sınıf teşekkülünden sonra üçüncü teşebbüsdü. bir ve iki numaralı teşebbüsler yeniçerilerin isyanlarının müseb­bibi olduğundan isyanları tatlıya bağlamak düşüncesiyle da­ğıtılmaları yönüne gidilmişti. Yeniçeriliğin kaldırılması, oca­ğın yok edilmesi tafsilatı tarihlerimizde önemli şekilde bah-solunan mevzuattandır. Biz de burada anlatım maksadımızı yerine getirmek için bazı bölümleriyle nakletmeyi lüzumlu görme durumunda olduğumuzun idraki İçindeyiz.
Çünkü; yeniçeriliğin kaldırılması esnasında teşebbüse ge­çilip geçilmeme hususunda büyük bir tereddüt yaşanmıştı. Bu tereddüd mutlakiyete dayalı fikirlerin, yaşatılma madde­sinde ortaya ç;kan ve eskiden beri devam eden durumdan başka bir şey değildiyâni makam-ı mutlakiyet zayıf düşerek tehlikeye atması ile galebe çalıp, kuvvet kazanabilmesi ihti­malleri birbirinden ayrılmaz şekilde kaynaşmıştı. İşe atılmak bir zar oyunu gibiydi. Hatta işin başında da humbaracılarla, topçu ve lağımcı ile tersane ocaklarının sadakati sağlandığı halde yeniçerilerden pek ayrısayılmaz olan ulemanın iştiraki meselesi mevzuubahis olmuştu. Ulemanın iştiraki sağlandığı zaman, Tarih-i Cevdet müellifine "tarâf-ı saltanat da kuvvet bedidâr" oldu dedirtmiştir. Yâni padişahın gücünü artık apa­çık görmek mümkün oldu, demektir.
Sancağı şerifin çıkarılması hususuda bir takım tereddüdleri getirmiş ve bundaki tereddüd aynıdır. Aşağıdaki satırlarda zamanın lisanı hali ile apaçık ortaya koyuyoruz: "İstişare ni­hayet buldu. Söz tamam oldu. Mübdei muamelat-ı harbiye olmak üzre hemen livay-i şerifin ihracı kaldı. Bu ise bir emr-i hatır idi. Zira sancak-ı şerif çıktığı gibi derun-u payitaht'ta bir azim kıtale başlanacak. Harbin neticesi ise meçhuldür. Şayedki zorbalar gaalib gelince bunca devlet sadıki kimse­leri imha ederlerse, bunlar nasıl idare olunur? Devletin hâli ne olur? Şeklindeki mütalaalar aklı tırmaladığından zâtı şa­hanede, tereddüd ve teenni görüldü" Bütün maksadımız bu tereddüdü göstermekti, Bu tereddüdü yok eden, Kürd Ab-durrahman efendi isimli bir zâtın hiddet ve şiddeti ile ağzının köpürmesiydi. Abdurahman efendi: "Bu din-i devletin de-vam-i bekası, murad-ı ilâhi ise, o habisleri ururuz, mahv ederiz. Değil ise, biz de bu <^in ile batıp gideriz, daha ne ol­mak ihtimali kaldı." Diyerek elindeki teşbihini hiddet içinde yere vurdu. Teşbih koptu, dağıldı, mermerlerin üzerinde yu­varlanırken orada hazır bulunanların rikkati üstün gelip göz­lerinden tane tane yaşlar dökmeye başladılar. Sultan 2. Mah­mud hz. lerine de, bu rikkatli hâl sirayet etti. Hırka-i saadet dairesine giren padişah, peygamber sancağını çıkarıp, sadrazama ve şeyhülislâma teslim etti. Zamanın hatibi bir cümle söylemiş ve bu cümledeki belagatın te'siri güzel netice ver­miş oluyordu. Sultan Mahmud'a yaklaşan tereddüd, bu sefer nasılsa diğerlerine sirayet etmemişti. Yahut Abdurrahman efendinin; heyecan dolu yüreği ve sözleri bu sirayeti engelle­mişti. İnkilabların tarihlerinde bu tip ruhi anların mevcut ol­ması pek dikkat çekicidir. Bu vakadan sonra sancağı şerif Sultanahmed camii şerifinden alınıp yeni saraya gönderil­miştir. Sultan Mahmud, babüs'sade damı üzerinde tahtı hü­mayunun kurulduğu yerde sancak dikilince, kubbealtına git­ti. Orada devlet adamlarıyla büyük bir divan teşekkül ettirdi. Vakadan sonraki cumartesi günü Sultan Zeynep camii mah­filinde sabahın erken saatlerinde toplanan meclis, müzakere­lerinde yine böyle bir tereddüd çıkmişsada o zaman reisül-küttabhkda bulunan Şeyda efendide tereddüdü ortadan kal­dırmaya himmet eylemiştir. Ahmed Cevdet paşanın tarihinde belirttiğine göre: Meclisdeki işin can alacak noktası mevzu, yeniçeri ocağı ıslahmı edilecek yoksa bütün bütün kaldırıia-cakmı idi? Burasj karar altına girecekti. İlk görüşler ve reyler, ocağın pek eski bir ocak olması yüzünden gönüller yok edil­mesine razı olamıyor, eğilim ıslahın tercihine kayıyordu, işte bu sırada, Şeyda efendi de: "Bu zümre-i zamime, şimdiye kadar bîddefaat ika ettikleri fitne akabinde, devlet-i âliyenin umur-u külliye ve cezaiyesine müdehale etmemek için ettik­leri tahaddüdatı ne vakit ifa ettiler? Sicillat ve defter dolusu yazılan senet vede hüccetlerin mazmunlarıyla ne vakit ihtİ-cac olundu? Hele bu defa Eşkinci tahriri maddesinde tahrir ettikleri hüccetin henüz mürekkebi kurumadan bilâmucibi ilân-ı baği ve isyan eylediler. Şimdi ise içlerinden bu kadar şerpişeler idam olundu. Lâşeteri meydanda sürüklendi. On­lar bunu unuturlarmı? Bundan dolayı devlet-i âliye hakkında adavetleri müzdad oİmazmı? Bunların nâm-u nişanları, sa-hife-î rûzigâriden hek ve imha edilmedikçe fesad ve fitneleri bertaraf edilemez. Her vakit böyle fırsat ele giremez. Yeni­çeri ocağını külliyen ilga ve imhadan başka çare yoktur."
Demiş.
Bu söylenenler diğerlerince de tasdik olunmuştur. Daha sonra vezir olmuş bulunan beylikçi Pertev bey'in kaleme al­dığı meşhur ilga fermanını bu tasdikten sonra okunmuştur. Sultan Mahmud, bu meclisin verdiği mazbatayı kabul edip tasdik etmiş, ülkenin her yanına çoğaltılıp ulaştırılması emri­ni vermiştir. Bundan da anlaşılan yeniçeriliğin kaldırılması­nın, daha önce tasavvur olunmadığı anlaşıyor. Engelhard'a göre: "Et meydanı kıtalininse düşünülmüş bir tertib, planlı hareket olduğunu ileri sürmesi hatadır." Her nekadar Engel­hard, vak'aya cüretkâr bir düşünce ile bakıyorsa da bu da hatadır. Divan şu şekilde kurulmuştu: Taht'ın sağında sadra­zam Selim Mehmed Paşa, solunda şeyhülislâm Tahir efendi, eski şeyhülislâmlardan Mekkizâde Asım efendi, Yâsincizâde Abdülvahhab, Sıdkızâde eski kadılardan Arif bey, Yahya bey, hekimbaşı Behçet efendi Ahmed Reşid efendi, Rahmi bey, Anadolu kazaskeri Tahir bey, Murad mollazâde Arif efendi, Arabzâde Saduliah ve Hamdullah efendiler, Hekimzâdenin torunu Rıza bey, Yusufzâde, Raşİdzâde Caferbey, Melekpaşa-zâde Abdülkadir bey, Dürrüzâde Abid efendi, Çarşanbalı ho­ca Mehmed efendi, İstanbul'kadısı Sadık efendi. Karşılarında bulunan zevat: Kethüda-i sadr-ıâli Ahmed Hulusiefendi, def­terdar Tahir efendi, reisülküttab Şeyda efendi, Tevki-i Ataul-lah efendi, reis-i esbak Hamid bey, Çavuşbaşıvekili Alibey, darbhane nâzın Es'ad efendi, eski defterdar Yusuf efendi, defter emini Numan efendi, ruznamçe-i evvel Mustafa efendi, 1- muhasebeci Salim bey, şehremini Hayrullah efendi, baruthane nâzın Necib efendi. Yukarıda adlarını saydığımız kimse­lerden müteşekkil divamnmüzakereye geçmesinden evvel, Sultan 2. Mahmud aşağıdaki nutku irad buyurmuştur:
"Cenab-ı Hakk'a çok şükürler olsunki, bu kulunu ecdadı izamının nail olmadıkları fethi mübine mazhar kıldı ve sizle-ride bu hizmeti celilede bulundurdu. Allah hepinizden razı olsun. Sây'iniz meşkûr olsun. Şimdiye kadar bu yol kesici­ler yüzünden meydana gelen nice mekruh işlere mecburen müsamaha edilmişti. Elhamdülillah hepsi yıkıldı gitti. Bun­dan sonrada hep beraber memleketin işlerini tanzim edip, Allahın kullarını memnun ve hallerini İslah edelim. Eskiden zarar veren zümre yüzünden devletimizin içine düşüp müb-tela olduğu masrafların eksikliği hususundada beytülmalin müslimiyn ile asla münasebeti olmayan ve mansıba divani-ye'de istihdam olunmayan kimselerin bıraktıkları miriden zapt olunmaktaydı, önce bu hususu kaldırdım. Bundan böy­le o gibi mallar alınmasın. Sair Önemli adli işler ve hayırlı çalışmaları sizler mütalaa ve müzakere edip, inha ediniz. Ben de, tesviyesine müsaade ederim. Her hususa gayret ve ihtimam gösterme zamanıdır, ülkenin Önemli işlerini tanzi­me kadar, hepiniz burada kalınız. Kalıpça ve kalben birlikte olalım" dedikten sonra, yüzünü eski şeyhülislamlara çevire­rek iltifatla: "mazuleyn meşihat (eski şeyhü)islamlar)hane ve sahilhanelerinde köşe-i uzlete çekilip, akran ve emsaliyle gÖrüşememek, dilediği yere gidememek zor katlanılır şey-sede, bu günden itibaren birbirinize gidip geliniz, ağız tadı ile ülfet ediniz." Demiştir.

Vaka-İ Hayriyye'den Sonra


Mal müsaderesinin kaldırılışı, bu kaldırılışın tarih bakımın­dan bir-iki şekilde tersliği, Şeyda efendi vakaları-Cevdet tari­hi, Lütfi tarihi ve Engelhard'in görüşleri-Yeni kuruian Şurâ-i devlet taslağının şekli-öncelikli İslah şekilleri-Engelhard'a göre şurâ-i mahsus, Arif bey'in sözü, Asakir-i Mansure-i Mu-hammediye'nin kuruluşu, nizamatı vak'adan sonra yapılan İslahat: Tarih-i Cevdet'göre-Engelhard ne diyor? Sultan Mah-mud, Büyük Petro'yu takîid heve^inemi düşmüş? Sultan Mahmud dış görünüşe önem verir- Milli ananeye karşj islam­lar ile hristiyanların kıyafetleri-Şeyhülislama yazdırdığı kitab-dan bir cümlesi-Sultan Mahmud hükümetinin karşılaştığı başka bir tesir-Yeni fikir-1. Nikola'nın siyaseti-Akkirman me­selesi ve devletin vaziyeti-Buğdan ve Eflâk-Sırbistanın vazi­yetleri-1. Nikola'nın vaziyeti-
Sultan Mahmud; yukarıdaki nutku ile sarayında bir devlet şurası kurmuş olduğu gibi, memurlardan olmayanın malları­nın zaptedilmemesini emrederek, genel hukuka doğru bir adım atmış oluyordu. Diğer taraftan da bu nutuk, mutlakiye-tin, tebânin ciğerine geçirmiş olduğu pençenin, yavaş yavaş şiddetini azaltmakta olduğunu "kaliben ve kalben beraber olalım" sözleriyle anlatmayı istiyordu. Fakat bu nefsin itidali mutlakıyetin kendisince mahsus değildi. Reşat bey'in tercü­mesi olan; "Türkiye ve Tanzimat" adlı eserin sahibi Engel-hard'ında dediği gibi: "padişah, silahlandırmalar ve teçhizat­ların zamanın savaş usûlü icabatından, olmak üzere, veril­miş yeni fetvalara uygun hareket etmeyen yeniçeri askerini tamamen değiştirerek, sözü mutlaka dinlenmesi arzusuyla hükmetmek" emelindeydi. Bu cümledeki ifade hususiyeti ile Sultan Mahmud'un iki taraflı düşünmesi uygunluk bakımınca çok muvafıktı. Yâni; bu tarz bir askeri birliğin, hükümete layık olmadığını takdir edebilmekle beraber, bizzat emr-İ mutlak kalmak karşısında yeniçeri gibi istediği bir zamanda, isyan eden, mania teşkil eden, istememekteydi. Bu hale düş­müş yeniçeriliğin kaldırılması da, bu mutlakiyetin nümayişi olup, bu düstûr, yeniçeriliğe hükmedememek noktasına ge­len ve hasım olma yoluna sapan eski padişahlardan, daha sonraki padişahlara da miras olarak kalmıştır. Muhallefat de­nen miras mallarını, devletin zapt etmesi anlayışından vaz­geçmesi meselesinde, kısa bir zaman sonra padişah'ın sergi­lediği tenakuz şayanı ibret bir hadisedir. Aradan bir sene ge­çer geçmez, eski reisülküttaplardan Şeyda Efendinin bütün servetini gasb ettiğini yazmamışlar. Daha doğrusu bundan haberdar olamamışlar. Engelhard'ın bu fikri, Osmanlı vaka-nüvisleri hakkında doğru olsa gerek. Vakanüvis Lütfi'ye Hatt-i hümayunla, Asakir-i Mansure masraflarının yayımlanması lüzumu gösterilmişti. Bu hatt'a, meseleye atıf yapan kısım şöyle: "...Müteveffa Şeyda efendinin, nakit ve mücevheratı ile eşyası şimdiye ne mikdar paraya yükseldi. Şeyda mer­humun eniştesi Ahmed efendi dedikleri herif, garib mizaç, herkesin bildiğine de bakılırsa Şeyda demekti. Defterdar ile mukataat nâzın bu hususa vazifelendirilmişlerdi. Artık ya­vaş yavaş bu gibi şeylerden bana infial gelmeğe başlıyor. Sen? icabedenlere irade-i şahanemi anlatasın. Gönderilecek miras akçasınıda bir an önce tahsil edip göndermeye gayret edesin. Hasbinellahu Veniğmelvekil" (Tarihi Lütfi 1. c59. sh) O sıralarda adalet ilân olunduğu esnada, dul ve yetimi olanların miraslarına e! uzatılmaması iradesi çıkarılmıştı. Be­yana göre, hatt-ı hümayunda reis-i sabık Şeyda efendi ço­cuksuz olarak ölmüşsede, annesi ve kızkardeşi ile İki de ha­nımını geride bırakmış olduğundan fetva kapısından şer'an sorulan suale, merhumun mal ve eşyalarının mevcud olanla­rı ticaretten dolayı husule gelmiş ise, öyle malların münasib miktarı vârislerine verilmesi diğer kısmının devlet hazinesine alınması defterdar'a emrolundu. Demekte. Bu vaziyet karşı­sında her memurun mallarına el uzatılmasının meşru görül­mesi aşikâr görülüyor. Sultan 2. Mahmud'un yeni kurduğu, şurâ-İ devlet taslağı geceli gündüzlü sarayda bulunuyordu. Sadrazam vede devlet adamları sarayda üçüncü yeri denilen silahdarlara mahsus bir kaç odadan ibaret olan dairede, di­ğer memurların Ortakapı ve Babı hümayun arasında kurul­muş çadırlarda, rumeli kazaskeri günlük işlere bakmak üzere gündüzleri konağında, geceleri sarayda, İstanbul Kadı'sı da, Ayasofya camiinde bulunan mütevelli odasında ikamete :ne-murdular. Bu memurlar heyetinin, nutukta yer alan adli iş ve ıslahat-ı mülkiye hakkındaki iyileştirmeye, ne gibi katkıları bulunduğunu öğrenmek mümkün olamamıştır. Tarihterimiz-deyse, Bektaşi sürgünü, tertib-i ceza-i müfsidan başlıkları al­tında yazı pek rastlanan hususattandır. Bektaşilerin sürgün edilmesi, müfsidlere ceza tertibi ise, doğrudan doğruya yeni­çeriliğin kaldırılması vakasına aittir.
Ancak; Engelhard'da kitabının 2. bölümünde bir şurâ'yı mahsus yâni özel bir heyetten bahs ile demekteki: ".Dine, hükümete, orduya, adliye'ye, ziraat'e, ticaret'e şâmil olmak üzere en büyük devlet adamlarından meydana gelen bir özel heyet tarafından da tetkik ye karar altına alınan bir silsile-i ıslahat teşebbüsübahse konu oluyordu. Bu program hak­kında ortada dolaşan şayiaların biasıl yâni asılsız olmadığını isbat eden bir şey varsa o da, bu özel heyet reisliği vazifesi sahibi Arif bey'in, haberalmağa pek hevesli ecnebi bir diplo­mata söylemiş olduğu şu deyişlerdi: < Biz programımızı tat­bik etmeğe başlayacağız. Lâkin sabretmeli. Her şeyi birden yapamayız. Ne kadar çok batıl itikada, eski adetlere galib gelmeğe mecbur olduğumuzu bilseniz! Milletimize yeni bir lisân öğretmek kadar zor bir vazife ile karşı karşryayız."
Engelhardın;o zamanın Kadılarından olan Arif bey'in reis­liğini yapmakta olduğunu ileri sürdüğü, bu şurâ'yı mahsusa, yâni özel heyet hakkında tarihferimizde bir kaydı elimize ge-çiremedikse de, Engelhard, ülkemizde orta elçilik vazifesiyle bulunma ve Osmanlılar hakkında eser yazmış bir diplomat olduduğundan, ancak görevi gereği olaylara bize nazaran daha yakın olması da veya böyle bir evrakı diplomasi mesle­ğinin özelliği dahilinde görmüş oiması hasebiyle yazmış olsa gerek. Fakat neticede inkılab tarihimiz, düşüncesi bakımın­dan, önemli sayılacak kıymetli bir haberdir. Demekte edip ve muharrir tarihçi Ahmed Rasirn Bey.
2. Mahmud; malum nutkunda ırz ve can ile mal emniyeti hakkındaki cemiyette önem taşıyan hükümler için yalnız maliye hususunda biraz müsaade eder tarzda davranmakla birlikte, Asakir-i Mansure-İ Muhammediye adlı, hassa ordusu teşkilatlanmasına ve bunun esaslarına adamakıllı e! atmıştı. Bu ordunun askerleri onbeş yaşından, kırk yaşına kadar, su­bayları hariç olmak üzere yansı İstanbul'da onikibin kişiden ve sekiz parçaya bölünmüş olup, subaylarıyla 1526 kişiden, her saf ise 100 askerden ibaret, ayrıca her saf'da 1 top usta­sı, 1 top halifesi, 8 topçu, 4 arabacı, 2 cebehaneci ile bir çok edevat, bir top bir yüzbaşı, iki tane yüzbaşı namzeti, bir san­caktar ile bir çavuş, 10 onbaşı ve her tertipte bir binbaşı, bir topçubaşı, birde topçu çavuşu, yine bir arabacibaşı, bir ara­bacı çavuşu, bir cebehanecibaşı, bir cebehane çavuşu, bir mehterbaşı, bir zurnazenbaşı, saray başhekimliğine bağlı doktor, bir cerrah bulunup, yine her tertib, sağ ve sol adlarıy­la iki fırka olup, birer mülazımh ağa'yı yemin, yesârî ağa yâni sağ ve sol ağalar adı verilen iki subaya emanet kılınarak bunlarda da, ikişer zurnacı, davulcu, nekkârezen, zilzen, tronpetçi, saka askerlerininde bulunması vebunlardan başka, müsait bir yere mektep yapılarak günde bir nöbet, Kur'an-ı Kerîm ve ilmihal öğrenmek için, İstanbul Kadısı tarafından imtihana tâbi tutulmuş birer imamın nasb olunması, binbaşı­ların, başbir.başı unvanıyla rütbesi kapıcıbaşılık rütbesi karşı­lığı ve ehliyeti, liyakati tecrübe olunmuş bir subaya, rütbesi münasib divaniyeden "masarif-i şehriyan" kâtiplerinden bü­yük, süvari mukabeleciliğinden küçük, olmak şartıyla adı geçmekte olan Mansure-i Muhammediye asakirine bir kâtip tayin olması, bir itham veya bir iş çıktığında, binbaşılarla ko-lağaları da bir düzen içinde, onbaşılara kadar hepsinin, disip­lin içinde istikrarlı olması, adi işlerinde asakir nâzın ve ceza­landırmanın serasker paşa marifetiyle yapılması, bu teşkila­tın esasını teşkil eden maddelerindendi. Asakir-i Mansure ni­zamnamesinde terfi sıraya tâbiysede, ehliyet ve İstidada ön­celik tanınmış olup, maaşlar, giyecekler, yiyecekler, terhis ve tekaütlük, vazife ve nizamı da ayrı ayrı vede zamana göre tanzim kılınmıştır. Çok uzun zamandır, yapılacak ıslahat ha­reketlerine mâni olduğu ileri sürülen yeniçeri sınıfının kaldı­rılmasından sonra ıslahat adına yapılan hususlara gelince, bunlarda Tarih~i Cevdet'te aşağıdaki tarzda yer almıştır:
"a) Harbeci adıyla babıâlide tomruk İşlerinde ve diğer hiz­metlerde bulunan, Muhzırağfc namı ile bir amirin idaresinde bulunan erler, yeniçeriden sayıldıklarından ilga olunmuş, ba-bıâlîde ve serasker maiyetinde çalıştırılmalarına kavas ve muhzır ağalığı unvanının, tomruk ağalığı unvanıyla değiştiril­mesine karar verildi.
b) Kurban bayramında devlet adamlarının henüz sarayda bulunmaları hasebiyle tebrik merasimi ve eski teşrifat usûlü kaldırıldı. Eski usûfdeyse bayrama dört gün kala, sadrazam­la vezirlerin alayı, şeyhülislâm konağına, ertesi gün şeyhülis­lâm ile ondan sonrada vezirler babıâliye bunlardan sonra'da kazaskerler babıâliye gelir oradanda şeyhülislâma, ertesi gün İstanbul mazullarıyla, mollalar, subaylar önce şeyhülislâ­ma sonra da babıâfi'ye giderlerdi. Müderrisler, kapıcıbaşılar, rikab ve şikâr ağalan, padişah kethüdaları, Mekke ve Medine yâni Haremeyn müfettişi, takımı, küttab vede tımar sahibleri arife gününden bir gün evvel resmi tebriği yerine getirirlerdi. Bu bayramda ise, kubbealtına kurulan tahtın önünde tebrik merasimi icra kılındı.
c) Yeniçerileri hatırlatan ne kadar eski resim, ve adetler varsa yasaklanıp kaldırılırken kahvehanelerinde yıkılmasına girişildi.
d) İhtisab memuriyetini tesis etmişlerdir. Hemen burada ih-tisap hakkında malumat sunmayı vazife addediyoruz. İhtisap Rusümu: damga ve ölçü ve de kile vergileri, dükkan, pazar bacı, gibi adlar altında şehir ve kasabalarda, panayır yerle­rinde eskiden beri alınan bir vergiydi. Biz de, 1242/1826 ta­rihine kadar da pek çeşitli şekillerde geçerli olmuş ve ilk de­fa da, asakir-i rrîansure masraflarına karşılık olmak üzere o tarihde, kanunlar ve defterler kurulup, miktar ve toplanma usûlü düzenlendi.
e) Askerlerin masrafını karşılamak üzere, ihtisab memuri-yetince toplamak yoluyla bazı yeni gelirler tertib olunmuştur.
f) Hassa askerlerinden sayılan bostancıların da, asakir-i mansure gibi, tâlim yapmaları kararlaştırılmış, bostancibaşi bundan böyle de hepsine ağa ve rütbeside humbarahane ne-zaretiyle, mutbah-ı âmire arasında olmak üzere devlet rica­linden bir nazır tayin edilmiştir.
g) Sipahi ve silahdar, ulufeciyan yemin ve yesâr, gurebai yemin ve yesâr adlan ile var olan, süvari ocaklarıyla cebeha-neier de, kaldırılmıştır.
ğ) Dört solak ortasının başlan silahşorluk ile çıkartılıp, so­lak ve peyklerin heyetleri değiştirilmişlerdir.
h) Çadırların dar anbar olduğu mehterhane tanzimi yapıla­rak, haymeye adı altında bir çadırcı heyeti kurulmuş ve bu heyete humbarahane nezaretiyle bostaniyan-ı hassa nezareti arasında olmaküzere, Haymiye Nazırlığı unvanıyla bir neza­ret kurulmuştur." Cevdet Tarihi bunları kayd ettikten sonra, saydıklarına ilaveten anlaşılmaz ve pek esnek bir tarzda "..Bundan sonra devletin her dairesi, yeniden bir taht-ı niza-mata alınmak üzere peyderpey ve tekrar askeriyenin ve mül­kiyenin tertiblenmesine teşebbüs olunmuştur." kalem oynat­mıştır. Engelhard ise, bu hususta daha fazla malumat sahibi görünümüne sahip! Demekteki: "Padişah;İstanbul iie yakın köylerin idari taksimatında, mahalli zabıta işlerinde bazı de­ğişiklikler yapmalarını emreyledi. Aynı zamanda gerek ken­disinin gerek sultanların ikamet etikieri saraylarda tatbik olu­nan maişet tarzını kısmende olsa değiştirmelerini emri verdi. O sıralarda dilden dile dolaşan resmi laflara bakılırsa, icraat­ta taşraya numune teşkil etmek için lâzım gelen İlk önce İs-tanbulda tatbik olunmalıydı. Yine sadrazamın bu hususta di-ğer paşalara güzel örnek olması pek iyi olurdu. Asya'da yâni anadolu tarafında onsekiz'eyaletlerin diğer ismi ile paşalıkla­rın sayısı dörde indirilerek hizmetlerin daha fazla yaygınlaş­masını temin edecek, daha az sayıda merkeziyet usûlüne te­şebbüs edildi. Lâkin herşeyden önce mâli yetersizliğe çare bulmak icab ettiğinden İltizam ve mukataat'ın toplanma şek­li, hristiyan teba'dan tahsil edilmekte bulunan cizyenin art­masını ve memurların irtikâblarını menetme hakkında birkaç tüzük kaleme alındı. "Sultan Mahmud'un kendi nüfuz ve hakimiyetine muhalif ve düşman olanlar ile giriştiği mübare-zede usta, bir siyasetçi gibi hareket etmesi, kazanmış olduğu muzafferiyetin kendisine yüklediği müceddidlik vazifesini, hakkıyla yerine getirmekten acizliğe düşeceğine çok geçme­den kanaat uyandı. Milletine batı medeniyetini alıştırabilmek için asya ahalisine mahsus adetleri yasakfıyan büyük Pet> ro'yu taklid etme hevesine düşen Sultanın kendisini tama­men dış görünüşe kaptırdığını görmek kabildi. Padişahın efal-i harekâtı, hergün dış görünüşe önem veren kfmseye benzemekteydi." Engelhard, yukarıya aldıklarımızı ifade et­tikten sonra bizim tarihçilerimizin hiç birinin yazmadığı ve te­sadüf edemeyeceğimiz aşağıdaki kıymetli satırlarını okuya­lım: "Sultan Mahmud'un her yerden çok Türkiye'de hüküm­darın haysiyet-i hakikisine esas sayılan, adet ve tavır ve mütehakkimâneyi birdenbire bırakmak suretiyle eskiden be­ri tatbik olunan merasim usûlü ve teşrifatiye'yi ve kendi davranışlarını, kıyafetini değiştirdi. Bu hususda; Engelhard'ı güçlendirmek için Lütfi tarihindeki bir bölümü alıntılayalım: "Yeniçerilerin mahvından sonra idari işlerin zaptı önem gös­terdiğinden idareyi disiplinle, ahalininde yükünü hafifletmeyi icab ettirdiğinden Anadolu cihetindeki eyalet dörde indirile­rek, mutasarrıf bulunan paşaların, iktidar sahibi mütesellim-ler tarafından idaresine karar verildi. Bu münasebetle, Kara­deniz boğazının Anadolu tarafı muhafızlığı ile <Sultanönü> ve<Karahisansahib> ve <Ankara> sancakları, Anadolu valili­ği unvanıyla Darendeli İzzet Mehmed Paşaya, Kocaeli, Bursa (Hüdavendigâr), Karesi, Manisa sancakları ve İstanbui ile dokuz kale muhafızlığı Serasker Hüseyin Paşaya ve Bolu, Vi-ranşehiı, Kastamonu, Çankırı sancaklarımda eski sadrıazam-lardan A\ehmed Emin Rauf Paşa'ya, Has Sancağı ile İzmir muhafızlığı, Aydın Saruhan, Teke, Sığla sancakları vezir Hüs­nü Paşaya ihâie edildi Bu arada da Vükela ile meclisde bulu­nan ulemanın huzurunda oturmalarına müsaade verdi.
15/Hazirandan sonra sokağa Mısırlı kıyafeti giyerek çık­mağa başladı. Sakalını kısalttı. Sakallarını eski usûi, uzunca bırakan devlet adamlarını azarlamaya başladı. Hâttâ avrupa-da kullanılan eğerler şeklindeki bir eğer'i kullanmaktan kaçı­nan sadrıazamı, belli bir vakit teveccüh edici bakışlarından mahrum bırakmıştı. Bununla birlikte reaya (bu istisnaları şa­yanı dikkattir) kendilerine mahsus olup, müslümanlardan ayrı görülmelerine, yaşama durumunu sağlayan elbiselerini muhafazaya mecbur tutulmaktaydı. Yalnız müslümanlann gi­yecekleri kumaşları giyen reayayı, cezai nakdiye veyahutta hapis cezasına mahkum edilmekteydi. Ermenilerin kendi milli serpuşlarını terk etmeleri kesinlikle yasaklanmıştı. Re­aya hamamlarda ayaklarına nâlin giyemezler ve müslüman-iarın, kullandıkları hamam takımlarının daha mavilerini kul­lanmağa mecbur bulunuyorlardı. Sultan Mahmud'un padi­şahlara karşı gösterilmesi lâzım gelen itaat hakkında şeyhü­lislâma yazdırdığı bir eser, kendisi gibi müstebid düşüncesine tercüman olabilir. Bu eserde yirmi kadar hadis-i şerif yer al­maktadır. Birinde denilmekteki: <Emirülmü'mininiz sakat bir Habeşi olsa bile, ona itaat etmek lâzımdır. Tebasına cebir ve cefa ederse buna sabretmelidirler. Velâkin, din-i mübini tahrik tağyir ederse, onu öldürmek icab eder.> Ne varki: Va-ka-i hayriyye'de, asakir-i mansurede, ıslahat hareketleri de. ülkeyi senelerden beri düşmüş olduğu çöküş rotasından çe­kip kurtarmak mümkün olmuyordu. Rus Çarı 1. Alek-sandr'da bu arada oluverdi. Bu adam hayatının sonlarına doğru, <Benim artık avrupa devletlerinden taleb edecek bir Şeyim kalmamıştır^ şeklinde ifade ettiği sözleriyle, Osmanlılada olacak işi kendi başına göreceğini ihsas etmişti.
Aleksandr:1777 yılında doğmuş, 1801 senesinde tahta çıkmış, 1825'de ise ölmüştür. Napolyona bir kaç defa mağ­lup olmuştur. Tilsit antlaşması sayesinde banşmışsa da 1812 yılında yine düşmanlık yapmaya başlamış, 1815'de Burbon-ların yeniden Fransa hükümdarlığına gelmelerine yardımcı olmuştur. Osmanlılar ile Bükreş muahedesini imzalamıştır. Bu hükümdarı 1. Nikola takip etti. 1. Pol'ün oğlu olup, 1796 senesinde Petersburg'da dünyaya gelmiş. 1825'den 1855'e kadarda hükümdarlık yapmıştır, İran'dan, Erivan'ı aldığı gibi Rumların başıboşluğunda Fransa ve İngiltereyle birlikte Yu­nan istiklâliyet harekâtını da destekleyip, yardımcı olmuşlar­dır. Kırım Savaşında bize ve müttefiklerimize yenilmiştir. 1848'de vukubulan Macar İhtilâlinde Avusturya'ya yardımla­rıyla bilinir. Ancak bu da, Osmanlı devleti ile münasebetle­rinde, ölen adamın yolundan giderek politika yapacağını bil­dirmesi Kuzeyden yeni bir tehdit daha geliyorumun haberiy­di. Rumların fetreti de genişlemekteydi. Ne varki; Sultan Mahmud idaresindeki Osmanlı hükümeti başka bir te'sir ge­tirecek, vaziyete girme ile karşı karşıya bulunuyordu. Yeniçe­riliğin kaldırılmış olmasına rağmen bunların cemiyetinin da­yandığı cehl ve taassub kalkmamış, buna karşı da başka bir vaka-i hayriyye vücud bulması milletin ruhundan beklen­mekte idi. Ancak beklenen bu vakayı, mutlakıyet yerine ge­tiremezdi. Bizim bu gün anladığımız, genel ıslahatın kapsadı­ğı mânayı mutlakiyeti idrak etmekten aciz bulunduğu için, ikisindendaha çok tesirli ve ferahlatıcı bir tenbih ediciye ihti­yaç bulunmaktaydı. Bu uykudan uyandırıcı bir gün ergeç ge­lecekti.
Yânİ hem mutlakiyeti hem de cehalet ve tassubu, zaman zaman ezerek cemiyetimize sinmiş ruhu temizliyecek kudrete sahib ve deyeni nizam gibi, ikisi arasına girecek, bir taraf-dan mutlakıyetin öte taraftanda taassub ve cehaletin yakala­rına yapışarak, birer tarafa savurmaya çalışacaktı. Bu müca­dele esnasında kanlı olayların çıkması, sosyal sarsıntıların olması, mutlakiyet ile taassubun şiddetli ve karşı konamaya­cak derecede kuvvetli zannedileceği hücumları, bölünmeler, karışıklıklar, hâttâ bir dereceye kadar da çöküntüler meydana gelmesi, ithamlar ve iftiralar döneminin inkişafı pek tabiiy­di. Bu gibi önemli inkılablarda vaziyete göre uzun veya kısa süren bir intizamsızlık, hürriyetsizlik, adetâ mutlakiyeti aratır-casına tahammülü aşan bir hükümetsizlik eseri ortaya çıkar. İdari ve sosyal kötülükler siyasi karışıklıklar milli ananeler, örf ve teamül, asırların biriktirdiği zaafın çıkışı, bidat adıyla teşhir, sövme lisanı ile anlatılarak, mahiyeti asliyesini karart­mağa çok gayret ederler. Fakat yolcu da tuttuğu yoldan dönmez. Bunlar ise, saldırgan vaziyeti alırlar. Yolcu yine yo­rulmaz. Bunlar ise yorulurlar. Senelerin, bu yolcuya tazelik, kuvvet verdiği halde, bunları ihtiyarlatır. Yeniçeriliğin kaldırıl­mış olması avrupada iki farklı fikiriortaya çıkarmıştı. Birinci­si; gerek askeri gerekse idari işlerini düzenlemeye başlaya­rak kendini yenileyeceği, ikinci fikir sernilli askeri ocaklarının mahv olmasıyla, bütün bütün gücünden düşeceği idi. Bun­dan çıkan şuyduki, her iki görüşde yenilikleri yapacak mü-ceddidin, kifayet ve ehliyetine tâbi oluyorlardı. Fakat, Tarih-i Cevdet'in:
"Erkân-ı saltanatı seniyye ise, vukufsuzluğu cihetinden ye­niçerilere galebe çalmayı artık her devlete galib geliriz dü­şüncesine getirmişlerdi." .Cevdet paşanın tarihine yerleştirdi­ği bu cümleside beklenen ehliyet ve yeterliliğin eldekilerde mevcut olmadığını gösterir. İlk olarak da bu yetersizliği ilk defa tecrübe eden ruslar oldular. Hatta 1828 senesinde rusyanın Paris sefiri olan Pozzo di Borgo, 19/kasımda meşhur telgrafnamesinde Rusya imparatorunun böyle bir tecrübede bulunduğunu belirtmiştir. Fakat daha önceden Rusların İs­tanbul sefiri İstrogonof, 1236/1820 senesindeki Rum mezali­mi bahanesiyle babıâli ile siyasi münasebetleri keserek git­mişti. Ruslar, Buğdan ve Eflâk ile Sırbiya'da Bükreş muahe­desi hükümlerinin yerine getirilmesini taleb ediyordu. Yapıian taleblerin bir kısmı İngiliz sefaretinin aracılığıyla yerine geti­rilmişse de, Sırbistan imtiyazlarının şeklinin müzakeresi için, İstanbul'a gelen Sırp ileri gelenlerinden beş-altı kenz, Rumla­rın hareketleri sebebleriyle alıkonulmuşlardı. Çar Nikola, Dersaadet maslahatgüzarı vasıtasıyla babıâli'ye bir ültima­tom vermişti.
Bunda: 1-Bükreş ahitnamesi hükümlerince Sırpların nail oldukları imtiyazların yerine getirilmesi.
2-İstanbulda mevkuf bulunan sırp kenzlerinin tahliyeleri.
3-Eflâk, Buğdan'da bulunan beşlo askerinin tamamen kal­dırılması.
4-Bükreş ahidnamesinin içindekilerin yerine getiriimesi hakkındaki müzakereler önce Osmanlı devlet memurları ile elçi İstrogonof arasında başlanılıp daha sonra kesilen müza­kerelerin tam anlaşılması hususunda, iki tarafda hududa mu­rahhaslarını göndermeleri. Şeklinde maddeler yazılıydı.
Çar; Osmanlı devletini tartma yoluna sapmıştı. Hakikaten pek hafiftik. Bereket versinki hafifliği duyabildik. Akkirman'a görüşmecileri yolladık. Çar Nikola'nın bu ilk denemesi, Sul­tan Mahmud'u da bir tecrübe yapmaya sevk etti. Murahhas­larımız, vaka-i hayriyye esnasında, Edirne'de bulunuyorlardı. Babıâli lisanında ayak sürümeleri gizlice duyurulmuştu. Rus­ların şiddet dolu davranışları yola düzülmeyi mecbur kıldı.

Tanzimata Dogru


Engelhard'a göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan Mahmud'un şiddetli belalar da aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı selase, ahalisi birbirine kefil-Padişahda, halkda ana­neye tâbi-Kıyafet meselesi, garib bir kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak- ilk defa avrupa'ya talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i vekayi'in çı­karılması: Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr iskelesi Muahedesi Sultan Mahmud'un meş­hur Deli Petro'yu takliden memleketi avrupa medeniyetiyle temasta bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın dediği: "..padişah, ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın üstünlüğünü takdir ediyordu. Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek az devam edecek tarzda artış gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri ter-ketmek, Türklükten çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu. Sağlam kaıarlar sahibi olmayıp, belki ara sı­ra gelip geçen arzulara kapılmaktaydı. Nisbeten hududları belli bir zekâve istidada sahip olanlar da her zaman olduğu gibi, kuruntulu kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi ilti­fatına erişen müzevirlerin i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın kararsız olmayıp, milliyet fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına delâlet etmekle pek olumlu sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi, sosyal hayatımızda­ki karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici siyaseti dengeleyememiştir. Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü mukayeseye dönük muhakematta daima unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal vaziyettir. Hakikaten kıyafetin de­ğişmesinin, Türk adet ve emsâii gösterişler, hiçbir zaman ıs­lahat düşüncesini doğrulatmaz. Bu durumlar vatanını seven her insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki, insan onun içine aldığı tekamül vede değişimlerin hepsini bir sani­yede atlayıp, ahali içinde istikrarın arzusuyla acele etmiş ol­duğunu anlatır. Hattâ cehalet ve taassuba karşı fedai kesil­mekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin icabatını hattâ bu de­receye kadar tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun, orada meydana gelmiş inkılabların başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.
Fransa ihtilâli-i inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve sosyal bir hüccettir, senettir. Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin kifayetsizliği de bu tarz bir seviye icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan yenilikçilerin hepside hâl vede yer itibariyle bu yetersizliği göstermemiş değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti irfan ve idrâk içine çekip, terbiye etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış olanlar, anayasalarında ki değişiklikler ve yenilik­lerin gösterilmesi, kurulan hükümet-i muvakkate yâni geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet fikrinin devamlı bir çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun, krallığı, krallığı imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten sonra, cumhuriyetin kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek gerçekleşmesi delalet eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki cankurataran sandalı­nın, bir takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benze­yen bir yo! takip eder. Bu sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla onun nefsinden gelecek karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla tanınan birinin, Sultan Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!. Cenab-ıHakk' senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen, islâ­miyet i tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine çeki­yorsun!" Şeklindeki bağırması, karışıklıklardan birisidir. Pa­dişah, bu feryaddan korksaydi, hem yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet pek büyük şiddetle kabarırdı. Yi­ne her inkılab ispat eylemiştirki, insanların yaşadığı toplum­da kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim, mak-buliyeti olan terbiye erbabının bile, inkılab dönemlerinde ida­reyi ele geçirmek için, hatib kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun yapmaya kalkışmak, fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair şahsi yorumlarda bu­lunmak, fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan, yeni hükümet, ve kanunlara karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine varan tarzda muhalif görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler günbe gün tecelli etmek­tedir.
İnkilablarda tesadüfün rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık telkini, sosyal ve birey hayatın tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun itimadına da İiyakat gibi elde edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce fırsatların birleşmesi vede inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir kaçında toplanmış olmasın­dan ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını sürdürdükle­rini unutmuş değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, deği­şikliklere ve uygarlığa daha^ fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu; bizce de sabit olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya cemiyetleri hoş karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede önlenmesinin mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından nihayetine kadar, milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve kötülüklerine, medeniyete olan kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari ve içtimai kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet, aynı haslet hattâda, aynı kıyafetle görü­lür.
Fransa inkılabı tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez nu­muneler vardır. Bu söylediğimizi Engelhard'da apaçık olma­makla beraber tasdik ediyor ve kendi sözünü defaetie nakz ediyor.
Sultan Mahmud'un, Deli Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip olamadığını, düşünce ve batıl itikatların arayada gir­mesi yüzünden dışarıdan ihtisas sahibi kimseleri getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi ve hürmete şayan va­tanperverler bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulun­duklarını, İstanbul'da ve vilayetlerde var olan isyana dair dü­şüncelerin, padişahı millete bağlayan bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830 senesinde avrupa'da, yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin, Petersburg şehrindeki müzakerelerde Osmanlı devletinin top­raklarının paylaşımını, teklif etmiş bulunduğunu da yazmış.
Hakikaten; Edirne antlaşmasından sonra Mehmed Ali ha­disesini yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi ile Sultan Mahmud'un acziyete düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora meselesi hakkındaki Rus elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla bunlar, devlet-i âliyemizin bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuv­vet ve sağlamlığını bütün bütün azaltmak için uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir şekilde kabul olunur şeylerden olma­yıp, sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan yardım isteyip, davranmaktan başka çare yoktur." Diyebilen bu padişah-ı cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı bildiği Rusya'nın korumasına rıza göstermişti.
Dış görünümde olsun, iç görünüşten olsun bu mel'un iltica padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar döneminde tatbik ettiği bir meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de pek daha çok idi. 1245/1829 yılında Edirne sulhunun he­men başında, İstanbul'un içine düştüğü şekil ve durum, hü­kümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh hâli bir dere­ceye kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın, mukavemet imkânı bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında muhtar bırakması üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi, müzakerelere vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine arzoiundu-ğunda: "Benim muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir. Saltanatın gailesinden usandım. Varın, fetvahanede meşveret edin." Diyerek, bir müşavere meclisi yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun yapılmasını karar altına aldık­tan gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da karara bağla­mıştı. Lütfi, tarihini payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbi­rin sebeb olduğu döğüş kavga ve karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme almaktan kendini alamamış. "Meşveret­ten çıkan karar üzerine, müslüman ahalinin tamamının si­lahlanması emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının silahlanmasında pek açık olan mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten sonra, esnaf takımı, iş ve güçleriyle meş­gul olurken silah kuşanmasıda tenbih edilmişti. Daha sonra esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün gel­mesi, ahalinin dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına kıyılmıştı. ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde İstanbul'un kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuş­tur.
a) İstanbul ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere yüksek sesle karşı koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun gelmiştir.
b) Yeniçeri vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanla­rını kurutmuş ve halkın gözüne çirkin görünen frenk davranı­şı olarak kabul olunan ihtisab rüsumu gibi sonradan adet ol­muşun taraftarı belkîde kurucusu olan serasker Hüsrev paşa ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin mağlubiyetinden, bazı beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın İstanbul üzerine doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana çıkarmak içindir, yirmibin ye­niçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının yayımları, ahalinin zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında dehşetli, türlü türlü düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâ­zım gelen bir yahudiyi cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraf­taki dükkânlardan hammaliye adı altında parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu hammaliyeyi vermekten içti-nab eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar. Haydut yahudi, bağıra çağıra Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya başlar. Bu kaçışı görenler de acaba yeniçerileri tu­tanlar ayaklandımı endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu endişeleri haber alan idare-i devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin için serasker Hüsrev Paşa başda olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa ticari merkezlerinde ve esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar gözlem altına alınırken, yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları kimseleri enterne etme yoluna gittikleri gibi kimi­lerinin, hayatlarını nihayetlendirme yoluna gittiler. Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve kayıklarda kürek çek-mekden ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed Ağayı, Eminönü meydanı ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler kethüdası Tavil.Mehmed Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi CInkapanfnda ve Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de, Üsküdar'da idam ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâh­yası Şâkir'i, Kömürcüler kethüdası Ali'yi, Taşçı Mehmed Us­ta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık ithamıyla bir kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engel­hard, bu ifadeleriyle Sultan Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir değişiklik olma­dığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkar­mak mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar ise, hesabını vereceği­miz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok önem veririz.
Meselâ, sîzdenolan idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğer­le, alessultan huruç'a teşebbüs bizim fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp ahirete de iltisakı vardır. Padişah ise;yine dinimizin net olarak adaleti emrederken, adaletli ol­manın faziletini öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki, misâl olarak bîr saat adaletle hükmetmenin yetmiş rekât nafile na­mazdan efdaldir, yâni değerlidir demek suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul vedemergup olmak onun farz kıl­dığı ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni nafile ibadetlerle kendisine, daha yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyu­ruyor ve namaz'ın ise gözümün nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd namazlarına Efendimizin "Gecenin Ge­linleri" adını takdığını haber veriyorlar.
Şimdi; adaletin bir saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i âlâyı kazanmaya kalkmaz, iş­te osmanlı padişahları da cihana hükmeden tahtlarından adalet güneşinin her yerde pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye addettiklerinden dolayı dikkat ve itina ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu ara­mak ve talibi olmak addedileceğinden ne halkda isyan ne de devlette ve padişahda istikrar hattında fazla bir kayma bek­lenemezdi kalmamıştı.
Sultan 2. Mahmud her ne kadar "saltanatın derdinden usandım" demişse de, devlet idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk ise, ıslahatı kabul eder vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan ezeli düşman rusya ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile şeyh tas­laklarının, cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdik­leri <gâvur işlerine gösterilen eğilimden dolayı Cenab-ı Allah tarafından bize azap için gönderilen ceza olduğuydu.
Cehalet ve taassup öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirt­tirmez. Bir zamanlar nasıl yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman kullanmadılarsa, şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza pişiriyorsada, yenilik­lere ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye bakıyordu. Kim bilir 1244/1828 senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma esnasında sadrazamı, başında kenarı sırma ile işlen­miş fesi yakası som sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş, seraskeri de sırma işleme fesli, yakası sır­malı yeşil kumaştan bir elbise ve sadaret kaymakamına mahsus takımla donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaş­tan ferace ile örtülü takımlarını terk edip, Banaluka eğeri ör­tüsü, eğeri ise saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla, hilâli göğüse yapışık atlara binmiş olduklarını görünce ne demişler­di? Ne dediklerini bir kaç satır sonra kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar giyimlerinde kullandığı elbiseleri şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti galebe ederek süs ve göste­rişe hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda ve resmi elbiselerde de hadd-i şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olun­du." şeklinde kibir kabul ediliş hakim olduğu kanaatine varı­larak, elbise meselesindeki tekliflerinde şukka (kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin icabındandır diye bildirilmiş isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a, taassup sahiple­rinin büyük buğuz ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o se­nenin padişah alayının Rami kışlasında olması vede ramazan bayramının tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla süslü başlık, üzerinde sorguçlu fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur, yaka ve güneş sembolü kıymetli taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise) giymiş olarak tahta oturmuştu. Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yu­karıda ne demişlerdi deyip aşağıda yazacağımızı söylediği­miz malumatın, Tarihi Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan alınan sa­tırlar ile sayfamızısüslüyoruz: ".Asakir-i zabitanında meşhur­larından Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey, açıkça rama­zanda gündüz gözüyle yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş olduklarından, biri İzmit'e diğeri Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza göre, o sırada setre-pantolon giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş olduğun­dan, Hasan bey ile Avni beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde tepki verece­ğini ölçmeye kalkışmışlar. Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler diye kabul olunmakla beraber, kabahati bunlara yüklemek için oruç yedikleri bahanesiyle sürgün edilmişler­dir. (İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama önem verme­yince dikkat çekebilmek için o devirde kolay kolay, rastlan­mayacak olan alenen oruç yeme eylemi gerçekleştirilip, el­biselere ahalinin dikkati çekilme provokasyonu yapılmış ol­ması muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı zamanda pek şakacı bir zât-ı muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahali­nin hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da, bilhassa taassub sa­hiplerince şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden Boş­nak Mustafa adlı biri ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise tarzını benimseyenleri tekfir etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının sayısında görülen artışın yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri takip birbirinden aşağı kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki ge­misinde tertib ettiği baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan sonra, bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre: "sabaha kadar çe­şit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu davete katıl­mak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine; Lütfi tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey, Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok şey yapmayı bilmiş­ler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devlet­çe bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir" demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiş­tir. Bu baloya davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih bakımından değeri büyükçe bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi o!an Avusturya­'ya gitmekte olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat elbise sipariş etmiş. Husar, bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde, imparator bundan pek memnun olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti. Ancak bu sandıklar mey­dana çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten, hükü­met bir taraftan istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni anlayışı harekete geçirecek hazırlıkların başlangıcını ha­zırlamaktaydı. Yabancılar ile temasımız çoğalıp avrupa usûl­lerine eğilim bir hayli fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve yeni muamelelerin elde edilmesi için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor, tibhene-den, enderun ağalarından, seçilecekler ve gönderileceklerin listesi meydana getirilmişti. Ne varki halk bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı. Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş tarafında adı geçen Esad efendi: İlk yollanan talebe harb okulu mühendishane talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek tıbhane gerekse ende­run talebelerinin gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza etmek şartı ile ıslaha­ta gitmek isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara karşı, milletin bireylerinin vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz için her iki tarafın bize garib görünmekte olan te­şebbüslerini ve anlayışlarını topluyoruz. Bu teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış gayri muntazam durak yerlerini andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, isti­rahat fikri de bir tehlikedir.
Sultan 2. Mahmud; sık sık adaletle ilgili emirler yayımlı­yordu. Bunlarda: "Usûl ve adetlerden alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve bahanelerle fakir ahaliden para alınmaması, ve­zirler ile mirmiran ve memurlardan kim olursa olsun yollar­da sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi paralarıyla te­min edip, ahaliye zulüm yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada hristiyanlannda nak­kaşlık yapmakta serbest oldukları, Rusya ve Yunan mesele­lerinden dolayı bekaya da kalıp çoğugayri müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin kesenin af olunduğu İlân edildi.
1237/1821senesinde Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair, yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel mesabesinde bir müjde dense yendir. Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada: "Medeniyetin usûllerine ait hususları halka haber vermek için, zamana dair vukubu-lan olaylardan bahs ve seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile haftalık türkçe yayımlanan bir haber organının basımı başladı." demiş, adının da Sultan 2. Mahmud tarafından ve­rilmiş olduğunu açıklıyordu.
Takvim-i Vekayii bir çeşit resmi gazete olarak yayımlan­masından başka birde, "Takvimhane" adı verilmiş bir matbu­at dairesi meydana getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire önce­ki serasker kapışma yakın, eski matbaa-i amirenin yanı ba­şındaki köşede bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve takvimhane nazırlığı­na Mekke pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu. Cllemadanda Karsizâde Cemâl efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye amedi hulefası mensubundan olan Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle, haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu gazete vükela yâni, bakanlar kurulu üyelerine, komutanlara ve ileri gelen memurlara, anadolu ve rumeli bölgelerinde bulunmak­ta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere her-hafta dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Tak­vim-i vekayii'n ilk nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların, hükümet üzerinde hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet arasında, ortaya çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu çalış­maların doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusu­nu itiraf saymak mümkündür. Öte taraftanda yukarıda sözü­nü etmiş olduğumuz vekayi'deli mukaddeme yâni giriş yazı­sı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini gösteren hâli olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da önem taşıdığı inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak şekilde sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:

Takvim-İ Vekayii Mukaddemesi


Tarih denilen ilm-i fen, bu dünya hayatında vukubulan halleri vakti ve zamanı içinde tesbit ve anlatmaya çalışmak­tan ibaret ve de, geçmişten ahaliye hisse çıkartacak bilgiler ulaştırma vazifesini üzerine almış yoldur. Bu ilmin faydası o kadar da fazladırki, hattâ bazı âlimler, tarih ilmi, devletin ka­nunlarını hafızada tutan, milletin ahvalini lâyık olduğu vacibi-yet derecesine yakın bulduklarımda açıklamaya kadar git­mişlerdir. Meşhur yazarlardan "Lâmiye" adlı eserin şârihi, Safdi'nİn söylediği gibi, Abbasi devleti döneminde h. 422/1030 senesinde halifeliğe getirilmiş bulunan Kaim Ab­basi devrinde, Hayber yahudileri neslinden bazıları, güya de­deleri ve- sonraki nesilleri, Hayber fethinin hemen ardından yazılmış ve haraçdan hariç tutulduklarını belirten ve Hz. Al-i'yül Murtaza'ya ait olduğunu ileri sürdükleri bir yazıyla, şahid olarak da Saad ibni Muaz ve Hz. Muaviye'yi gösterirler. Bu yazı sayesinde de, divandan senette yazılanların yerine getirilmesini talep ederler. Halife kendisine ulaşan bu talebe karşılık, derhal icabet karan verir. Ancak bu talebin bir nüs­hasını gören o devrin reisülküttabı makamında bulunan Ebul Kasım bin Mesleme adlı zâta, bir şüphe gelip bu sırada tarih­çi olarak nam yapan Hatibi Bağdadi'ye iddiaya senet olan kâğıd gösterilir. Tarihçi Hatibi; bu senet sahih değildir, çünkü "Hayber kalesinin fethi h. 7. senede, gerçekleşmiş, Hz. Mu-aviye'nin ashabdan sayılması h. 9. yılında vukubulmuş Saad hz. leri ise, h. 5. yılında ahirete intikal ettiğiiçinde bu tarihler­deki uygunsuzluk, senedin sahih olmadığının delilini teşkil eder." cevabını verir. O yahudiferde bu ispata karşı bir cevap verememişler. Kâğıdın düzme olduğunu itiraf etmişlerdir. İş­bu nakledilen rivayetteki husus, tarih ilminin pek lüzumlu ol­duğuna şahadet eden kuvvetli bir delildir.
Bu bakımdan eskiden islâm devletlerinde ve diğer devlet­lerde bu ilime itinaya gayret gösterilip, müfessirlerden ve ha-disçilerden İbni Kesir, İmam-ı Suyuti, İbni Cevzi, Kadı Beyza-vi ile İbni Haldun gibi büyük zevat ve hükümlerde dirayet sa­hibi, tarihler kaleme almışlardır. Buna bağlı olarakda, Os­manlı devletininde büyük dikkat, itina göstererek, önceleri şehnameci adıyla, daha sonra da vakanüvis denmek şekliyle kurulan makamlara bağımsız bir şekilde, tarihin yazılması görevi verilmiştir.
Bu yazılanlar üzerinden, otuz yıl kadar geçince bastırılıp, halkın okuyup öğrenmesi eskiden beri yapıla gelmiştir. Na-ima, Raşid, Subhi ve İzzi, Vasıfın tarihleri bu söylediklerimizin şahididir. Lâkin, kötü vakalarınmeydana geldiği zamanda neşir ediş ve duyuruş, hakiki sebebin, gizli kalması gerekti­ğinde insanın tabiyatında var olan, hakikata varmak, bilmediğine itiraz etmek üzere cibilliyet taşıması yüzünden, ortaya çıkan bunca iç ve dış işlerede ait değişikliklere ve diğer du­rumlara, devlet erkânının hayal ve hatırına gelmemiş büyük muammalar gibi, çeşit çeşit manâlar verileceği malumdur. İşbu kıylü kaale sebeb olacağından nâşi, halkı da birmiktar mazur tutmak mümkünse de, bu vaziyeti cahilane dedikodu yapanlara hesap sorulmağa ve ithama sebeb olacağından aslı esası olmayan hususlarda devletin, bütün tebasının hu­zurunu bozacak, güçlü görüntüsünü giderecek bir şeydir. Beldelerde yaşamakta olan ahali pek vahim vesvese ve kötü zan dağdağasından, kurtularak bu yüzden asayiş-i umumi-yenin, seçme ve büyük padişahlardan olan Sultan 2. Mah-mudun merhametli, şefkatli idaresi halkı malâyaniden kurta­rarak, iyi bir şekle koyması mümkün olmuştur. Bu hususlar babıâlideki meclis-i meşverette, vezirler İledevlet adamlarıyla konuşulduktan maada, şurâ'ya vazifeli âlim ve memurlarla da müzakere edildi.
ülkenin dış ve iç meselelerine ait işlerde hiç bir gecikme yapılmadan hakiki sebebleri ve icabat-ı zaruriyi bildirmek suretiyle halka duyurmak böylece, ahali hakikatin tamamına dair bilgi sahibi olup, eskisi gibide kimilerinin çıkardığı, asıl­sız esassız sözlerden çıkardığı manâlara kulak vererek ızdıra-ba duçar olmayacakları pek açık olmak üzere görülecektir. Ayrıca bütün fenlere ve ilimlere, erzak ile mallara velhasıl ti­carete ait maddelere de neşriyatta yerverilecektir. Padişahı­mız efendimiz, merhameti ilede tebaasının her halini düşü­nen asilâne davranışıyla emir vermiştir. İstanbul'da mevcud olan basımhaneden, başka bir basımevi daha yapılması ka­rarlaştırılarak, meydana gelen vakaları çeşitli lisanlarda ba­sarak neşredip duyurma, padişahın isteği oiarakdave yüksek müsaadeleri dairesinde, İstanbul'da tab olunarak basılan daireyede, Takvim-i Vekayiname-i Amire adı verildi. Mekke payelilerden vakanüvis şeyhzade Esseyid Es'ad efendi nazır, babıâli'den idari işlere ait vukuat ve bab-ı seraskeri'den as­kerlik ile alakalı meseleler için, her gün özet yapılarak habe-rinâzır tarafından verilmekde hizmetine esas vazifelerine za­rar vermemek şartıyla, amedi kaleminden elan küçük evkaf hocası Sârim efendi, vazifesi dolaysıyla seraskerlik de bulu­nan hacegândan valide kethüdasızâde Said bey tayin olun­muştur.
Tâbi olunacak emirler ikiye ayrılmış olup, bir kısmında içişlerinde resmiyeti olan ve devlete ait meselelere aid olan vakaların basımına, ikinci kısmı ise; resmiyete dayanmayan dışarıda bulunan kaynaklardan alınan bazı haberleri, sanayi ve ticarete dair olan bilgileri kapsayanları vaktin icab ettiği hal ve vakit dünya aynasında yüz gösteren işlerin yazılmasi-nada, müsaade verilmiş bu bilgilerden istifade etmek iste-yenlerede yıllığın 120 kuruştan almabilinmesine ruhsat veril­miştir. "İşte böylece 1247/1831 senesinde, Osmanlı matbuat hayatı başlamış, ahali ile devlet arasında bir haberleşme ka­pısı açılmıştı. İşkodralı Mustafa paşa isyanını takip ve görü­nüşte, ihtisap usûlünün tatbikinden çıkan Şam meselesi ile Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali paşa hadisesi yavaş yavaş İs-tanbulda görülmeye başlamış olan batı usûlüne eğilimin te­şebbüslerine şahid olunmaktaydı. Bilhassa Kavalalı hadisesi büyüdükçe İstanbul daha çok sarsıntıya maruz kalıyordu. Kavalalı Mehmed Ali paşa, ordu vedonanma kuruyor, Mısır'ı büyük bir ticaret merkezi haline getirerek yüzmilyondan fazla gelire, sahip bir devlet şekline yükseltiyordu. Osmanlı devleti gibi koca bir imparatorluğun içinden, o devletin dahi sahip olamadığı, medeni şekilde yaşamakta olan bir bağımsız dev­let çıkarmağa uğraşıyor, başka bir deyimle de padişah, ken-
A\ kölesine, valisine mağlup oluyor, Mehmed Ali, avrupa ve bilhassa Fransa ile İngiliz basını yardımıyla, maksadını temi­ne gayret sarfediyordu.
Bu vaziyet, bize avrupahalkının düşüncesini paylaşarak onları kazanmaktaki kuvvet artışımızı ihsas etmiş oluyordu. Sultan Mahmud, Nizip'de aldığı mağlubiyetin acısını bizatihi nefsinde hissetmişti. Rusya'nın uzatmış olduğu himayeci eli­ni Hünkâr iskelesi antlaşması adı altında yakalama mecbu-riyetinedüşmüş oluyordu. Kendisinin bir valisinden, eski düş­manına dehalete mecbur kalıyordu, ne yazık!

Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?


Tanzimat-i Hayriye: Sultan 2. Mahmud, meşrutiyete doğ­rumu gidiyordu? Padişahın her iradesinden tenbelliği görün­mekteydi, biritirafname, adalet fermanları, adi emirlerden sa­yılan, Sultan 2. Mahmud'u halk ve taassup karşısında, iyi göstermeyen vakaların bazıları, bir kısım işlerinin ve teşeb­büslerinin faydalıları, Reşid paşanın memuriyetinin ilk döne­mi: devleti âliyede yegânebir devlet adamı ve siyasi yetişi-yor-Padişahın resmi meselesi ile resimi asma alayı, bunun tesiri-Paris sefiri Reşid Bey'inesas vazifesi: Devleti âliye eski tarzı terk ediyor, Maliye nazırlığı, divan-ı ahkâmı adliye ve dârüş şurâ-İ babıâl-i meclislerinin tertibi ve kurulmasi-Engel-hardın dediği iki meclis. Bu meclislerin tertibi, kuruluşu, ha­riciye vede dahiliye memurlarının biribirlerinden ayrılması-Rütbelere dair, yeni teşrifat-Ziraat, sanat ve ticaret meclisle­rinin kuruluşu-Memura maaş-Feragat ve intikale dair yeni nizam- Rüşdiye okullarının kuruluşu Sultan 2. Mahmud'un vefatı. - Türkiye ve Tanzimat adlı eserin yazarının: "Kendi te-basının lanet ve nefretine duçar olan Sultan 2. Mahmud, bir ara şiddetini azaltarak, daha yumuşak davranmaya başladı.
Devletin işlerini yainız başına idare etmekten bir anda vaz­geçti. O karan verene kadar, dışişlere ait evraklar saraya gelmekteyken yayımladığı bir emirle bundan böyle babıâlİ-ye, reisülküttap efendiye yâni dışişleri bakanına gönderilme­sini bildirdi. Öte taraftan adetâ kendisininde selahiyetlerinin ortağı mesabesine gelecekiki meclisin kurulmasına müsaade etti. Bu tarz idareyi, hükümdarın mutlak hâkimiyetine karşı bir ademi merkeziyet idiki yâni merkeziyet idaresinin terki sayılabilirdi.
Diğer bir tabirlede meşrutiyet görüşüne kapı açma şekli­nin başlangıcıydı." Sözlerindeki ifadeye bakarak bunları tarih sayfaları içinde araşdiralım. Hakikaten Sultan 2. Mahmud'a harici ve dahili işlerin çokluğundan nefret etmekten ziyade bir tenbellik gelmişti Tarih-i Lütfi'de yer alan iradelerinde he­men hemen hepsindeki halet-i ruhiyesi bunu gösterir. Mutia-kiyet, emru irade zamanlarında kendisini mesuliyetsiz saydı­ğı zannına kapılsada, yayımlanan emrü irade tatbikata girip kötü netice verdikçe kendisinden daha mutlak ve müstebid kesilmiş olan bir başkasının, yâni hâkim olmak istediği umu­mi düşüncenin karşısında, mesul sayıldığını bütün şiddetiyle anlar. Onu bulunduğu vaziyetten ancak halk önünde müka­fatlarla taltif ettiği ve başına toplamış olduğu taraftar kitlesi kurtarır. Biz burada, sosyal felsefeye girişmekten ziyade, ta­rih sahifeleriyle maksadı açıklamaya çalışacağımızdan, 2. Mahmud'un 1246/1831tarihinde Diyarıbekir valisi Ebu La-bud paşanın azli münasebetiyle babıâli'ye gönderdiği iradeyi buraya alarak, samimi bir itirafname olan İfadesini nazarı dikkatle sunuyoruz:

İrade-İ Senıye Sureti


"Yalnız Ebu Labud paşanın defedilmesiyle anadoludan zü­lüm kalkmaz. Anadolu ahalisinin hali pek yamandır. Fakirle­rin vaziyeti böyle iken devleti âliyemiz belâlardan kurtula­maz. İşte çekilen zorlukların ve meşakkatin bütün sebebi fu­karanın feryatve figanıdır. Sen ve memurların başbaşa verip, bu mezalim ve taarruzun hafiflemesi ne şekilde mümkün olabilecekse tedbiri çaresine gayret edesin. Fukaranın, refah ve asayiş durumu düzeltilmedikçe bütün işlerin sarpa sara­cağı açıkça görünüyor. İştehakiki sebeb mezalimden çıkı­yor." Sultan 2. Mahmud bu iradesiyle, anadoluyu yakıp ka­vuran mezalimin karşısında dikilmiş, sessizce bir heykeli seyreder gibi memleketin durmunun idraki içinde olduğunu itiraf ediyor.
Halbuki <tarihindede pek güzel yazdığı gibi> o zamanlar zulümlerin defedilebilmesi için ismi var, te'siri yok hükmünde olan ve depek bilinen <adalet fermanlarından başka alına­cak bir tedbir bulunamıyordu. Bu fermanlar, artık bir adi emirler hükmüne girmişti. Mülki idarenin esaslı bir metin üzerinde olması, zararları ispatlanmış İltizam-ı memalik usû­lünün devamı, bu neticeyi getirmişti. Bir de, bu fermanları götüren memurların yol masraflarını ve sürdükleri hayvanla­rın, ücretleri ve haber verme ücretleri fukaranın sırtına yük­lenmiş olduğundan, zulûmü'öef için alınan tedbirler başka bir sıkıntıya sebeb oluyordu. Sultan 2. Mahmud'u mutaassıp halk karşısında hatalı gösterennüfus sayımı, gayri müslimle-rin mabedierinin tamir yapımına müsaade, Hocapaşa ile Ci-bali gibi pek büyük yangınların çıkması, fes'in yayılması, gi­bi haller ile Mısır meselesinin aldığı vaziyet, ezeli ve ebedi düşmanımız olan Rusya ile yapılan antlaşma, Sırbistana imtiyaz verme durumuna düşme, Yunanistan'ın bağımsızlığının tasdiki gibi vaka aralarında birinci defa olarak, İstanbul'dan İzmit'e kadar bir posta yolu yapılmış, padişah tarafından biz­zat açılışı yapıldı, İstanbul'dan Edirne'ye kadar başka bir yo­lun yapımına başlanması, Anadolu, Rumeli taraflarında ye­dek asker teşkilatlarının kurulması, geçiş nizamnamesinin tatbiki, mekteb-i harbiyenin tamamlanması, ilmi, askeri ve erbab-i kalemin, rütbelerinin bir nizama bağlanması, iftihar nişanlarının verilmeye başlanması, bunların vezir, vükelaya verildiği gibi patrik ve hahambaşılarına verilmesi," Paris, Londra ve Viyana'ya kalıcı sefirler gönderilmesi, babıâli'deki tercüme kalemi'nin kurulması gibi, İcraatlar ve faydalı teşeb­büslerde yapıla geliyordu. Fakat bu dönem içinde en mühim olan Reşid bey gibi bir zât'ın ortaya çıkmasıdır. Bu zatsa, ge­leceğin Büyük Mustafa Reşid Paşasıydı.

Batı Tarzında İşler


Sultan 2. Mahmud'u ahali gözünde hoş göstermeyen hâl­lerin başında batı tarzında her şey kabul görüyor, anane ve yerleşmiş olan herşeyde bir değişime koşuluyordu. Meselâ; askerî ve mülkî idareden bazılarına padişahın resmi gönderi­liyor bunun asılması isteniyordu, ki devrin tâbiri ise resmin duvara talik olunmasiydı. Bu mevzuda Lütfi Târihinin, 5. sh. de şu tafsilat hayli dikkat-ı câlibdir: "Yeni mülki ve askeri ni­zama itina edildiğisırada alafrangaya dâir bazı hususların ye­rine getirilmesi düşünülme ve faaliyeti ise görülmeğe başlan­mıştı. Bu icraatın içinden sayılan padişahın resmi, askerî ve-de mülkî dâirelerin duvarlarına asılması için gönderilmeye başlandı. Resmin asılmasıiçin, görmeğe pek değer olan, bü­yük gösterişlerin sergilendiği resmi geçidler yapıldı. Komu­tanlar ve subaylar nişanlarını takmışlar sırmalı resmi elbise­lerini giymişler, sabah erkenden de Hassa müşiri Fevzi Paşa silahhanesinde toplanarak, yeni çıkansancaklı sandallarla gelen bir tabur bahriye askeri, iki taburhassa askeri, üç'er kı­ta top ve mükemmel mızıka ile Beylerbeyi sarayı arkasında ve bir taburu Nuh kuyusu caddesinde ve iki taburu Mehmed paşa köşküne harbiye taburu içkışlaya ve altı kıta top ile bir alay süvari Haydarpaşa sahrası, üstüne, bahriye taburu Bağ-larbaşında mükemmel top ve mızıkalarıyla beraber iki sıralı saf halinde saygı selâmı ve saraydan kışlaya kadar, kırkar adım fasılalı süvari ve piyade karakolları resmi bekler olduk­ları haldekomutan ve subaylar ata binmiş ve altmış kadar nefer ve çavuşlar yürüyerek, önde olarak resmi taşıyan pay-tonun binek taşınayanaştırılmasıyla, konulacağı yere asmak üzere, hassa feriki Fethi paşa ile Haremeyn mutasarrıfı Nuri paşa, gerek hassa ordusu, gerekse Mansure-i Muhammedi ordusu müşirleri paytonun önünde, kurenadan İzzet bey ile serasker Hüsrev paşa arkasında olduğu halde Selimiye kışla­sına gitmişlerdir. Padişah merasim kıtasını seyretmek için, deniz yolundan kışlaya teşrif eylemişti. Yolculuk sırasında, tabur ve alayların hizasına gelindiğinde, mızıkalar eşliğinde resmi selâm ve hürmet yapılarak, kışlaya yakınlaşıldığında vezirler ve komutanlar atlarından inerek padişah resmini ala­rak, hazırlanan yere konulduğunu ve kurbanlar kesildiğini, arkasından Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi şeyhinin ellerini kaldırıp dua ederek, Sünbüliye tarikatından meşhur meşa-yihlerinden Yûnus efendi fatiha çektiği görüldü. Hemen 21pare top atılmış ve ihtiram duruşunun nöbet atışı olarak, bir miktar tâlim yapıldıktan sonra da, resmin önünden mev­cut asker geçirilmiş ve o akşam Selimiye kışlasının içi, dışı kandillerle donanarak, havayada fişekler atılmıştır. Bir kaç gün sonra babıâliye gönderilen resim alayı da, görülecek şeydi Resmin asılması o devrin mutaassıp kimseleri nezdin-de pek fena telakki edilmiş, her günden güne itirazların tevi-lâti, hâttâ Arabistan bölgesinde kötü tefsire sebeb oldu. Sul­tan Mahmud'unvefatmdan sonra bu resimler kaldırılmıştır.
Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulu­nan amedi divanı hümayun Reşid bey'İn esas memuriyeti: 'Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır valisi Men-med Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-i umumiyesini lehine imale et­mek, onun için bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbet­lerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka zamanın en mühim meselele­rinden olan Mısır meselesi hususunda, Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmak­tı.
Esasında Osmanlı devletinde eski usûlü terk etmek niyeti arasıra tatbike konurdu. 1253/1837'de maliye nezaretinin kurulması ve mühim olup, yine aynı senede ahkâm-ı adliye ve şurâ-i babıâlİ adlarıyla iki meclisin kurulduğunu görüyo­ruz.
Engelhard'm "adetâ hükümdarın hukuk ve selahiyetine, iştirak edecek surette iki meclis" dediği bu adı geçen meclis­lerdir. Bu bakımdan elde mevcut malumata göre bu iki mec­lisi tahlile alalım: 1252/1836'da Sultan Mahmud, askeri işle­rin müzakeresinde kolaylık temini için babıseraskeride, Dâr-ı Şurâ-i Askeriyye adı ile bir meclisin toplanmasını emredip, özel bir daire yapıhpda içi de döşenmiştir. Bundan başkada, "Mesalih-i ibadm bizzat rüyet ve tahkiki ve verilen arzuhaller iie, evrakı sairenin mütalaa ve tetkiki meyamnda huzur-u sadrazamVde mutad olan dîvân tertibi usûlü bir zamandan beri metruk kaldığı halde, mezkûr usûlün ihyası.," dahi tatbik mevkiine konulmuştu. Bu pek defaydalı teşkilat, iki meciis halinde ve daha geniş hale getirildi. Bu hususta aşağıya aldı­ğımız Tarihi Lütfi'deki ibareler dikkatle okunmalıdır: "müşa­vere hususundaki şartların daha önceki vakitte ehemmiyyeti padişah tarafından takdir buyurulmuştur. Tehlike derecesi yükselme istidadı gösteren, istibdad anlayışının birinci dere­cesi de, kendini göstermekteydi. Devlet idaresinde yalnız ba­şında nefsi ile başbaşa idare tarzı sergilerken, hiddet ve şid­dete bağlılığı müsaid gibi görülmüşkende, pek gönül alıcı meziyetleri ile devleti, hami^etkârane davranışlarla ilk defa ve devamlı olmak anlayışıyla Gülhane'de, Ahkâm-ı Adliye ve Babıâli'de, Dâr-ı şur'â-i babıâli isimleriyle, iki tane müşa­vere meclisi ve bunlarca kullanılacak nizamnameler icabınca devlet ve milletin işlerinin o meclislerde, müzakere olunup çare olucu kararlar alınmadıkça tatbike geçilmemesi husu­sunda,  irade buyrulmuştur." Pek açık olarak görülmektedir ki; Sultan 2. Mahmud, mecburiyetten istibdad idaresinin kendine vermiş olduğu, geniş selahiyeti daraltmıştır. Bu mecburiyetde, avrupada tatbik görmekte olan siyasi ve idare ' işlerdeki değişikliği görmekten dolayı idi. Ayrıca istibdad idaresinin bütün boyutu ile zarar verici neticelerinin Cezayir, Mısır, Romanya, Sırbistanla A^ora gibi merkezlerde görül­mekte olduğuydu. Çünkü buralarda görülen ihtilâl emarele­riydi. Alınan tedbirler bu emareleri değil ortadan kaldırmak-tam tersi netice vermesi, başka hususlardan kaynaklanmış­tır. Bu kaynaklardan biri, iç yapıda idareye karşı bir nefret hissininortaya çıkmış olmasıdır. Şurâ-i devlet taslağı, bir par­ça daha yontulup, yeni bir tarz-ı makbule haline giriyordu. Ahkâm-ı adliye adı verilen meciis-i müşavere kurulana il­könce dahil olan zevatın isimlerini buraya dercedelim: Reis: Eski Serasker Hüsrev paşa Aza :Eski kazaskerlerden Emin-beyzâde Abdülkadir bey ":Evkaf Nâzın Ziver efendi.
Hüsrev paşa: Yan başlık olarak adını belirttiğimiz zat, 3. Selim, 2. Mahmud ve Abdüîmecid hân devirlerinin sadrı-azamlarından biridir. Abazadır. Çok küçük yaşta enderunu hümayuna alınmış ve orada saray terbiyesi almıştır. 1206/1792 tarihinde kaptan-ı derya Küçük Hasan paşa ile saray-ı hümayundan çıkıp, kaptanpaşayamühürdar daha sonra kethüda olmuştu. 1216/1802 yılındada mirmiran rüt­besinde olarak, Karahisar'a vali oldu. Aynı sene Fransızların Mısır'dan kaçırılmaları üzerine eski sadrazam Hurşid Paşa maiyetinde iken, Mısır'a gelmesiylede İskenderiye muhafızı olmuştu. Mısır kölemenlerinin çıkardıkları karışıklıklarda ve Mehmed Ali'nin fitnelerini bastırmağa muvaffak olamıyarak, valiliği bırakıp dönmüştü. Sonra; Resmo, Selanik, Bosna, Ib-rail, Bolulu valiliklerinde, 1226/181 l'de kapdan-ı deryalık^ da, bir müddet şark seraskerliğinde ve 1238/1822'de 2. defa kapdanı deryalığa 1252/1836'da ihtiyarlığından tekaüd edil-
1837'de Ahkâm-ı adliye meclis reisliğine 1839'da, Sul­tan Abdüîmecid tahta çıktı 184l'de rüşvetle suçlanmış sada-retden sürgüne gitmiştir. 1854'de doksanbeş yaşında olduğu halde ölmüştür. Tâlim icadı bizde bu zata izafe edilir. Fes gi­yilmesinin önderidir, azalar:
Sabık Defteremini Said Muhib efendi "İhtisab Nâzın Hüse­yin Faik efendi "Duhan gümrüğü emini Mustafa Kani bey 1. Kâtib; Çavuşzâde Atıf bey 2." ":Kapı kethüdalarından Muhsin efendi Dâr-uş Şûra-i babıâli meclisine dahil zevat: Reis :Bağ-dat eski valisi Davut paşa Azalar: Erzurum eski Müşiri Es'ad paşa" :Kadıaskerlerlerden Çerkeşli Mehmed efendi ":Topha-ne eski Nâzın Arif bey " :Tenkihat (Bütçe) defteri memuru Ali Raif efendi " :Eski ruznamçeci Salih efendi " :Harbiye es­ki Nâzın Lebİb efendi 1. Kâtib:Eski mektupçulardan Nasır efendi 2. ". :Dahiliye eski nâzın Akif efendi Yukarıdaki liste­lerde adları bulunan zevat, 1255/1840 zilhicce/27'de Cuma günü hırkai şerif dairesinde, şeyhülislâmla vazifeli vezirler toplanmış yapılan duanın ardından şeyhülislâmca yemin tö­renleri gerçekleştirilmiş, arkasından hep birlikte padişahın huzuruna gidilmiştir. Sultan 2. Mahmud da İngilizler ile yaptı­ğı ticaret antlaşmasında bulunan, tekel idaresinin ve inhisar usulünün kaldırılmasına adeta serbesti'i ticariye'yi ilân eyle­miş daha sonra ki senede Rauf paşayıda başvekil ünvanıile işbaşına getirerek, avrupa biçimi bir bakanlar kurulu teşkil etmeye çalışmıştır. Bu hususta çıkardığı hattı hümayun'da, Akif paşanın hastalığından'*dolayi, devlet işlerine layıkı ile bakamamakta olduğunu ileri sürer. Başvekil unvanıyla sada­rete getirilen Rauf Paşa hakkında Ahmed Rasim şu biyografi­yi önümüze koyarak diyorki: "bu paşa 2. Mahmud ve Abdüî­mecid hân devirlerinde, beş kere sadarete getirilmiştir. İstan­bulludur. 1194/1780'de doğmuştur. 1276/1859'da yaşı sek­seni aştığı olduğu halde vefat etmiştir. 1222/1807'de sadaret mektupçusu, 1224/1809'da süvari mukabelecisi, 1226/1811'de, rikab-ı hümayun kaimmakami 1229/1814'de şıkk-ı evvel defterdarı, 1130/1815'de 1. sa­dareti, 1233/1818 senesinde azil olup, Sakız adasına sürgü­nü, 1237/1821'de şark seraskerliği vede Erzurum valiliği 1238/1822'de İran'la yapılacak, sulh heyetine memuriyet, aynı yıl 2. sadaretine getirilmiş ve de ilk defa başvekil unvanı ile bu göreve tâyin olunmuştur. Meclisi Ahkâmı adüye'ye ilk defa reis olan bu zattır. 1256/1840'da 3. sadareti, 4. sü ise, 1258/1842'5. si ve sonuncusu 1268/1852 senesinde diğer sadaret görevleri vukubuldu dürüst ve dirayet sahibi bir kim­seydi.
Diğer mühim bir zevatın arasında adı geçen Akif paşa: 1201/1786 senesinde Anadoluda Bozok kasabasında dün-ya'ya gelmiştir. 1263/1847'de; Hacdan dönüşünde İskende­riye'de vefat etmiştir. 1241/1825'de amedi divanıhümayun, 1242/1826'da Beyfikçi, 1245/1830'da reisülküttab, 1251/1835'de, reislik iptali üzerine vezirlik rütbesi ile Hârici yenâzırı, 1256/1840'da, Kocaeli valiliği bir müddet sürgün edilmiş ve bu dönemi Edirne'de geçirmiştir: Meşhur Tabsıra adlı değerli eserin müellifidir, "Tıfıl Nazeninim" adlı manzu­mesi meşhurdur. Bu iki zâtın kısa biyografilerinden sonra 2. Mahmud'un yeni anlayış ve yeni yaklaşımla İlgili icraatnı tahlil ve tenkide devam edelim.
Şöyleki: "Bulunduğumuz dönem içinde, yeni usûl kanun ve bunları tatbike kolaylık bulmak üzere devletimizin bütün işleri, nazırlıkların arasında taksim olunmuş böylece sadaret makammada iş kalmamışsada, yine bütün nazırların reisi makamında bulunması icabatından olup, bundan böyle sa­daret adı başvekil makama da başvekâlet adı uygun görül­müştür. Ancak sununda gözönüne alınması gerekirki; bir memuriyet müstakil olmayıp hizmet büyüklüğüne göre tayin olunmuş vekilin vakit ve icabına göre her hangisine, seçilirse ona ilave şeklinde ihale kılınmak, mührü hümayunumuz ise, eskiden sadrazamlarda olduğu gibi başvekillerin ellerine, emanet olunarak yürütülecektir. Sen ki;çok uzun zamandan beri, büyük işleri, saltanat-ı seniyemizde ve iki defa sadaret makamına gelerek, sadakatini isbat, dirayetini göstermiş ol­duğundan bu defa başvekâlet adlı yeni memuriyeti ve ayrıca buna ilave olarak da dahiliye vekâleti tevcih edilmesi kararlaş...
Başvekâletin teşekkül ettirilmesi, devlet işlerinin nezaretle­re tevzii suretiyle Sultan Mahmud, genel işlerden kısaltmayı tercih ettiği şeklinde görünüş vermektedir. İstibdad ve mutla-kiyet nâmına gösterilen bu fedakarlık, padişahça ve devletin­de üst görevlilerince yapılması gereken ıslahatın elzem oldu­ğunu gösteren büyük bir adım saymışlarsa da, esasta yinede insanı emin bir adım hususunda iknaya yetişmiyor. Neden mi?
Hükümdar bir kayida bağlı olmayıp, sırf kendi fikrini veya­hut diğer ilhamla hareket ediyordu. Ancak zamanla bu adım­lar geri alınsa bile kalan izleri asla silinmezdi. Devletin yük­sek memuriyetlerince husule getirilen bu değişime, "Tevci-hat-ı mutade" adı ile eskiden beri ramazan bayramında uy­gulanırken, daha sonralarıda şaban ayında yerine getirilme­ye başlanan, hiç bir memui* ve hademenin görevsiz kalmayıp münavebe usulüyle istihdam edilmesinden ibaret olan, eski ve yanlış işlemin kaldırılması takip etmiştir ki, bu yol takip edildiği takdirde, zaruri görülmedikçe hiç kimse tebdil ve azi! olunmayacak demek idi. "Tevcihat-ı mutade" denilen usûl, herhangi bir memuriyetin bir sene müddetle bir kimseye kira usulüyle verilmesiydi.
O dönemde görevsiz yâni mazuliyet esnasında maaş alın­madığı için böyle görev kiralamış olan kimseler, mazuliyet dönemini nasıl geçiririm düşüncesine kiraladığı memuriyeti esnasında tutuluyordu. Yukarıda söylediğimiz görev dağıtma sisteminin kaldırılması neticesinde gündeme gelen "terfi ve vazifelendirme" usûlü oldu. Maaş tahsisi yâni maaş bağlan­ması hakkında padişahın hattında men-i irtişa, yâni rüşvetin yasaklığından ceza kanunnamesiyle irtibatlandırılarak me­muriyet vazifesinin tayini hakkında bahse önem verilmiştir. Bu hattı hümayunda deniliyorki: "Vekiller ve memurlar salta­natı seniyemize bu şekille yeter derecede maaş tertibinden murad-i şahanemiz gerek dinen gerekse aklen yasak ve za­rarlı olan kerih rüşvet belasının tamamen imha vede kaldırıl­ması devlet işlerimizin başında gelmektedir. Kulların vede devletin işlerine garaz karıştırılmayarak, düzenlenmesine ba­kılması ve böylece ülkemizin mamuriyetinide sağlama yolu-nunfaydasından ibarettir.
Buraya hemen kaydedelim ki, 1253/1838'in mart ayına kadar memurlar, kâtibler mâliye kasasında maaşlı değillerdi. Büyük memurlar, valiler ile taşra memurlarının senedebir de­fa "boğça baha" namıyla gönderdikleri şeylerle, teşrifatıkadi-me yâni eski usûl devlet nizamı İle verilen atiyye ve bekleti­len diğer memurların kalem kâtiblerinin hizmetleri, iş sahih­lerinden alınan kâğıd ve ilâm ücretleriyle divan-ı hümayun-kalemi, bazı mahalli memurları zeamet hasılatıyla geçinmek­teydiler.
1254/1838'de başvekil Rauf paşa tarafından vilayetlere yazılan mektupta: "Taşralarda bulunan memurlar gurubu ta­rafından da senede bir defa, vükelâ ve memurların tarafları­na gönderilmekte olan Hediye baha, maktuiyet şekline ko­nularak, zikrolunan maaşlara karşılık, hazine-i âmireye gelir olarak kayd olunduğundan dolaşıp gelir diyen babıâli, defterdarlık kapısı ve bütünkalem kâtibleri memurların maaşları karşılığı olarak kararlaştırılmış ve valilere gönderilen gönde­rilen mektubun son bölümündeki: "Hediye baha karşılığı ta-raf-ı âlilerinden götürü olarak senede bir defa hazine-i âmire­ye gönderilmek üzere, 1253/1837'senesi martı başlangıcın­dan itibaren bendelerine taahhüt ettirilerek elinden senet alınmış"kaydına nazaran ilk maaşlarbu suretle temin oluna­rak devletin bütün gelirlerinin hazineimâliyesinde toplandığı tarihe kadar durum böyle sürüp gitmeye devam etmiştir, bü­tün memurların zimmetlerinde olan vazifelerini mecbur kılan talimnameler ile beraber her memurdan çıkması muhtemel olabilecek cenaha ve uygun zamanda, tenbellik derecesinin çokluğuna göre ceza kanunu düzenlenmesinide önceden ira­de etmiştim. İşte bu rüşvet faciasından bahseden maddede­ki, şiddetli cezalandırmayı icab edecek, cezalar müzakere olunduktansonra işbu ceza kanununa ilave olunsun.
Bu talimnameyi ve ceza kanunnamesini kararlaştırdıktan sonra, artık hiç hatır ile gönüle bakılmayarak, her kim ve hangi rütbede olursa olsun. Kararlaştırılan ceza, yerine getiri­leceği rüşveti alan ve veren cezaya uğratılacağını bu hususta taraf-i şahanelerimizden gizîive açık tahkikat ve araştırma yapmaktan uzak olunamayacağı bütün açıklığı ile bilinerek, Cenab-ı Hakk' cümleyi kurtuluş yolu olan, selametten ayır­maya, amin." Bu tarihi ifadeye göre nazırlıklar maiyetine müsteşarlar tayin olunmuş, hattâ başvekâlet maiyetine de bir memur verilmiştir. Çok dikkat çekicidir ki; Tanzimat-ı Hayriye'nin esası busırada konulanlarla başlamıştır. Yâni, ferman okunmadan bir geçiş dönemi ve hazırlık safhası tat­bikine başlandığı, anlaşılıyor. Meclis-i ahkâmı adliye toplan­tıları, başladığı tarihten itibaren bir takım faydalı teşekkülle­rin ihyasına el atmış vergi toplama meselesini sağlam bir kaideye yerleştirme lüzumunu düşünmüştür. Meclisin düşünüsü bu vergiyi hak olarak almak, ahaliye dağıtıp taksim et­mek olmuştur.. Bunda muvaffak olabilmek için ilk önce ha­ber verilmiş hizmeti tahsilatını, angarya erzakla meyve için alınan rüsumunu kaldırıyor. Vaka-i hayriyenin hemenpeşin-den zaptı muhallefat yâni mirasların zaptı usûlününde ilgası hakkında, çıkarılmış olan iradeyi kuvvetlendirme konusun­da" fakir ve gani (zengin) hiç bir kimsenin devlet tarafından miras kalmasına taarruz olunmamasına "ve emlâk ve arazi ticareti kârlarına nisbetle, hali hazırda olmak şartıyla hisse sahiplerinin paylarını, şer'i şerife göre tayin ve tevzi etmek ve Mart ayı başlangıcını sene başı kabul ederek, sicil mahke­mesince kayıt yapılıp, her şahsa bir senede iki taksitte vere­ceği verginin miktarını açıklayan bir mühürlü senet" verilme­sini tatbike koyuyor.
Hattâ o sene numune olmak üzere Bursa eyaletiylen, Geli­bolu sancağından emlâkleri yazmaya başlıyor. O ana kadar­da sadrazamın huzurunda yapılan duruşmada meşihat, yâni şeyhülislâmlık kapısına naklolunarak deavj-i nizamiyenin, deavi nazırının önünde haftada iki gün şeyhülislâmın yanın­da olduğu halde bakılması, hacet sahihlerinin rikâb-ı şaha­neye arzuhal vermeyerek merciine vermeleri de ilân edildi. Karantina usûlünün konması, bu sıralarda epeyice patırdı veitirazlara sebeb olmuştur. Babıâli'de toplanan dârüşşurâ'ya vazifeli kılınan zamanın âlimleri karantina tatbikine fetva ver­dikleri halde halkı, bu adetler frenklerden gelmiştir, gâvurlu kişidir, şeklinde cehalet kaidelerince hareket ederek karışıklı­ğa kıyam olunmuştur. Sultan Mahmud çıkarmış olduğu bir iradeyle, sağlık konusunda edille-i şer'iye ve akliyeye uy­gunluğunu, cevazın müsbet olduğunu, Takvim-i Vekayii'de 164. sayısında tafsilat dolu bir bend neşir lüzumunu hissedip, icra etti. Viyanadan ecnebi memurlar getirterek ilk önce mercii şer'iyesine eski kadılardan Es'ad efendi, işlerin tıbla ilgili tarafınada Abdülhak molla'y*. askeri yönünede asakir-i mansure feriki Namık paşayı tâyin ederek, ecnebilerle tıbbi­ye maddelerinin ve diğer hususların müzakeresini yapmaya vazifeli kılmıştır. Şimdi de hemencik, yukarda adı geçenler hakkında kısa bir malumatı çalışmamıza ilâve edelim:
(1) Muhammed Es'ad efendi, Sahaflar şeyhizâdeler diye tanınmıştır. Sultan 2. Mahmud döneminde Halet efendiye mensubiyet peyda ederek 1241/1825'de vakanüvis oldu. Daha sonra molla olup, 1244/1828'de ordu kadısı oldu, an­cak o sene azil olundu. 1247/1832'de Takvim-i Vekayi baş­muharrirliğine nasb olundu. Çok geçmeden de Takvimhane nazırı oldu. Bu münasebetle Osmanlı yazarlarınında ağaba bası ve önderi oldu.  1248/1833'de İstanbul payesine irtika etdi yâni yükseldi. Çok bir zaman geçmeden de İstanbul Ka­dılığı görevini aldı. Arkasından Anadolu payesini ihraz etti. Bu paye ile İran elçiliği vazifesi verildi. Bütün bunlar olurken Takvimhane nazırlığı da uhdesindeydi. 1254/1838'de, Ru­meli kazaskerliği payesine nail oldu.  1255/1839'da meclisi vâla azalığına,  1260/1844'de bilfiil Rumeli kazaskerliğine, 1262/1845'de kurulan maarifi umumiye nezaretine tâyin olundu. İlk maarif nâzın unvanını kullanan zatın Es'ad efendi olduğunu beyan etmiş olalım. 1264/1847 başlarında bu ne­zaretin lağvıyla az!onupmeclis-i maarif reisi oldu. <Bu sıra da nezaret unvanı, mektepler müdiriyetine çevrilmiştir> Vefatı, 1264/rebiülahir-1848 senesinin mart ayında vukubulmuştur. Muhammed Es'ad efendi âlim, şâir güzel yazı yazan, divan şiirleri olan, üssüzafer adlı meşhur bir eseri ve birçok risale­si, vardır. İstanbul'da Yerebatan semtinde yaptırmış olduğu kütüphanesinde medfundur.
(2) Abdülhak Molla; Hekimbaşı Hayrullah efendinin toru­nudur.  1216/1801'de talebe olmuş 1244/1828'de Eskişehir Fenari, 1246/1830'da Mekke-i Mükerrerne kadılığına, 1249/1834'de İstanbul Kadılığına 1252/1836 Anadolu, 1257/1841'de Rumeli kadılığına tayinedilmiştir. 1264/1848!de, meclisi maarif reisliğine geçmiştir. Tıb ilmine vukufiyeti vardı, Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hanların dönemlerinde üç defa baştabibliğe tayin edilmiştir. Çokuzun müddet tıbbiye nazırlığında bulunmuştur. 1269/1853'de alimlerin reisi olmuştur. 1270/1854'de ise vefat etmiştir. "Hayrullah Tarihi" yazarının babasıdır. Bu arada da ulema­dan Hekimbaşı Behçet efendiyede bir risale yazdırıp, matba-i âmirede bastırtıp, ahaliye olsun, askerlere olsun dağıtmaya çalışmışlardır. Padişah, her yeni kuruluşları İlk önce ulemaya tasdike önem verir, bunda muvaffak oldukta da birmeşruiyet temin etme zannını hâkim kılma yolunu tutması uygun bîr tavırdı. Taassuba karşı en uygun yol buydu. Ziraat, sanayi ve ticaretin hamle yapması gerekliliğini müzakere etmek üzere hariciye nâzın Mustafa Reşid Paşa'ya bir heyet kurdurup, başkanlığını paşanın üstüne almasını istediği gibi, Galatasa­ray'da Tıb mektebinin açılması ve avrupadan hocalara baş­vurulup getirtilmesi ve bilhassa, rüşdiye mekteplerinin haya­ta geçirilmesi gibi olaylar, bu senenin göz kamaştırıcı pırıltı-larındandır. Rüşdiye mektepleri, Mustafa Reşid paşanın riya­seti altında teşekkül etmiş bulunan daha sonra da, ümur-u Nafia meclisi adını almış olan ziraat, ticaret ve sınai encüme­ni tarafından birlikte alınmış kararlarındandır. Bu karar tafsi­latıyla layiha şekline getirilerek, dar-üşşurâ-i babıâli'ye veri­lerek tetkik ve ülkenin maarif açısından ehemmiyetli çabala­ra ihtiyacı bu şura'da kendini göstermişti.
Bu arada hemen yukarıda adı geçen ulemadan Mustafa Behçet efendinin de biyorafisinden bahsetmeden geçmeye­lim: Mustafa Behçet efendi: 3. Selim ve Sultan 2. Mahmuddevrinin âlimlerinin büyüklerindendir. 3. Selimdevrinde bir, Sultan Mahmud döneminde ise iki defa hekimbaşıhğa getiril­miştir. Mısır, İstanbul ve diğer bölgelerde bulunarak rurneli kadıaskerliğine kadar yükselmiştir. Yeniçerilerin kaldırılması ve tıb mektebinin kuruluşunda, hizmetleri büyük olmuştur. 1249/1833'de vefatı vukubulmuştur. Behçet efendinin, meş­hur Buffon'un tarih-i tıbbiyesinin bir kısmını, bir hikmeti tıba-iy'ye, bir fizyoloji, arabçadan da, Napolyon adlı tarihi, tercü­me eylemiştir. Maarifimize büyük emek verip hizmetleri şöh­retini duyurmuştur. Meclis-i ahkâmı adliye'de de gözden ge­çirilip, tasdik edilmekle Mehmed Es'ad efendi adlı bir zat, adı .geçen mekteplere nazır tayin kılınmıştır.
Sultan Mahmud; gösterdiği bu himmetle ıslahat yolunda büyücek bir adım atmış oluyordu. Görülen vaziyette padişah, Engelhardın dediği gibi: <Bir nevi meşrutiyet idaresinin baş­langıç dönemini gerçekleştirmekten, fazla mutedilane bir mutlakıyet hükümeti yapmak emelinde idi. >
Tanzimat devri üzerine: Sultan 2. Mahmud'un bırakdığı hükümetin maruz kaldığı durum ve vaziyet-Hüsrev paşa sa-dareti-hükümetin sahnesinde iki parti-Mutlakiyetin itibarının iadesi teşebbüsü-Kullanım politikası ve eseri-Hüsrev paşa işe nasıl başlıyor? -Reşid paşanında mahvına kasd ediyor: bir diriltme teşebbüsü-Mustafa Reşid paşa hali faaliyette-El-de bulunan tarihlerin şahadetleri-Tanzimatın okunması ve metni-Meclis-i ahkâmı adliyenin teşkilatıyla müzakere usûlü­nün birinci defa olarak kurulması, müzakere usûlünün on maddesi, meclisi mezkûrun azasıylan ona memur olanların isimleri, ilk resmi nutku hükümdari-İlk mazbata teskeresİ-Padişah her sene babıâli'ye geleceğini vaadini yapması-Ent-rika başlıyor-İrticaa doğru-Sadrazam Hüsrev paşanın mah-kumiyeti-Engelhard'ın kendine has görüşleri-eksik başlan­gıçtı bir meclis-i mebusan taslağı: İmar meclisi teşkilatı
Sultan 2. Mahmud, vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına çıktığından çok farklı ve bambaşka bir devlet tarzı devret­mişti. Mısır meselesi son derece ters bir yola girmiş, Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka deyimle devlet ordusu vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup düşmüşidi. Genç padişah Abdülmecid'in tecrübesiz­liğinden istifadeyle sadaret mührünü, adeta zorla ele geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden atamayan derya kaptanı Ahmed paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Meh­med Ali paşaya sığınmış ve hâin firari Ahmed paşa diye anı­lırken, Ruslar ise devleti âliye arası bir hünkâr iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye durumuydu. Ordusu mağlup, donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düş­mana teslim edilmiş, Osmanlı devletinin bu hali, Fransız, İn­giliz, Avusturya, Prusya devletlerinin siyasi bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış bir güvercini andırmaktay­dı. Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan doğruya gel­diği vaziyet itibarıyla münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir mesele o sırada mevzuatıda adeta bir kurtuluş hük­münü elde eden olmuştu. Bu şekil son derece küçültücü, ha­karete bulaşmış idi. Milletin düşüncesine gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan darbelerden, son derecede fütur ve zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı hayatiyesi boyunca bu ana kadar karşılaşmadığı felaketlerin en büyü­ğüne uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu ve öte taraftan ıslahat adına başla­mış olan, bütün idari kuruluşlar, idari teşkilata, adliye düzeni­ne ait müthiş eksiklikle beraber henüz ölçüsüz kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz yaşında bir çocuk, veziriazam kindar ve haris adamdı. Hattâ Tarih-i Lütfi'de, okunduğuna göre ahkâmı adliye nezaretinde bulunmakta olan Hüsrev paşa, Köprülüler kütüphanesinde, mahzun ve mağmum bekle­mekte olan başvekil Rauf paşa'dan mührühümayunu aldırıp, kendisine sadareti ve ikinci damad Said paşadan ki bu Said Paşa; Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hân dönemlerindeki vezirlerdendir. 1253/1837Jde birbuçuk seneye yakın, 1263/1846'da onyedİ ay seraskerlik yapmıştır. Seraskerliği alarak diğer damad Halil paşa'ya verdirmiştir. Hattı hüma­yunda: "Seni karihai sabhai şahanemden umuru dahiliye, hariciye ve mesalihi maliye ve askeriyye'ye, velhasıl kâffe-i hususata nezareti şâmile ile sadaret-i uzma ve mutlaka-i kebir-i makam-ı celiline bilâ istiklâl intihab ve tayin eyle­dim." Bölümünü yazdırtarak, başvekâlet mevkiini sadarete tahvil ettirerek, o kargaşalıkta istiklâl-i zâtiyeye el uzatmıştı. Fakat müstakil olan ne kendisi, ne devlet ne de, padişah idi. Yalnız arada şayanı dikkat bir hadise var idiyse, oda, hükü­met sahnesinde iki partinin bulunmasıydı. Bu fırkalardan bi­rini Hüsrev paşaya mensubiyeti olup, hakan-ı merhum za­manında kuvvetli ayrılmasına dair vukubulan ufak- tefek sadmelere, yan gözle bakan mutlakiyet tarafdarlarından, di­ğer tarafı ise derin bir surette, aleyhimize dönmüş olan avru-pa düşüncesini, lehimize çevirmeye ve esaslı ıslahatımıza eğilim gösteren ekalliyet idi.
Bu ekalliyet yâni, az sayıdaki insan o kadar ki, Reşid pa­şanın nefsinde toplanmış bulunuyordu ve Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen dilekçeyi, vererek, mabeyne gön­dermekten çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz, ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla sarsılaca­ğını saldıran, hissetmeden evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye, şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk dakikada mâliye işlerine, bir hükümdar­dan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk adımda medrese tedrisatı usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması su­retiyle ozarnanlar ulema denilen işi yürütenler, taassub pen­çesinden kurtulmaya gayret göstermesi, askeriyeye ait işle­rinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek, başkentte batı dü­şüncesinin dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda örtülü olması: "ümur-u dahiliye ve hariciye, mâliye ve aske­riye velhasıl kâffe-i hususata nezaret-i şâmile" kaydının kon­masıyla, mutlakıyetin geri gelmesi fikrine teşebbüs ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az olanlar, attıkları adımlar­dan mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan Abdülmecid, ilk günlerinde iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı almıştı. Mutlakıyetin karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak bal çalarak kendini beğendir­me politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike konulan tev­cihlerinde ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edil­miş idi.
Tevcihatı yâni taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam bir senettir. "Biz; geçmiş dönemde bu türlü entrikala­rın ne çok çeşitlilerini görmüş ve daha sonra esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden beri siyasetimizde ve tarihte kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma) politikası denirdi. Kişiler hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi kadar, anane ve mazisine sâdık hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat şöyle idi: Önce suhulet mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare olunmakta olunan mansıbların birleştirilmesi ka­rarlaştırıldı. Bu idare dahi müşkülata ve özel müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek icraatı vakıada, pek fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması hakkında sâdır olan, yâni çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın yerine darbhane müşirliği, Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan, Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin, darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın azliyle, mâliye nezareti ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski defterdarlardan Hacı Edhem efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı Musa Safveti efen­diye ve Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum beyefendiye, boşalan Tophane müdürlüğünü nezarete çevi­rerek Bağdad eski defterdarı Arif Zeki Efendiye tevcihi, mali­ye vede darbhane nazırları Nazif ve Hasib Paşaların, vazife­den alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men etmekten umulan, eski dönemin usulünce, bir nevi adalet ic­rası yapmaktır. Tanzimatı hayriye tarihine kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine bağlıydı. Her yerin bedeli hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali veya mütesel­lim, voyvoda olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak taksiti belli olarak o mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından hazineye nakden veya havalesi yapılır­dı. İltizamlarda mukataat dahil ise, mukattaat yalnız aşar ha­sılatına mahsustu. (Tarih-i Lütfi)

Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın  Biyografileri


Mustafa Reşid paşa: 1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid hân vakfiyesi­nin ruznamçecisi Mustafa efendi isimli bir zattır. İlim yolu başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek ilimleri ise Beyazid camii şerif müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir Türk Dip­lomatının Siyasi Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814 senesinde eniştesi İspartalı Seyid Ali paşa seras­ker unvanı ile Mora'ya vazifeli olarak gönderildiğinde de Re­şid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali paşa Bursa, Koca­eli mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula getirtil­miş sadaret uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret mühürdarı olarak istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi surette tevcih olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife almamış olan birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi, kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını, daha önceki deneyimlerden bildiğinden, çok görücülerin ifa­delerine zerre kadar önem vermedi ne varki; Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey, 1250/1834'de aivan-ı hüma­yun amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa sabit elçi olarak tâyin edildi.

Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi


Seyid Ali Paşa; devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de, devletin mühim işlerini güzelce idare etmeye ikti­darı bulunan kimselerden olmadığından az bir vakit sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid bey, eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çe­kilmiş, servet sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret için­de yaşamıştır. Ancak; çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak gir­miş ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının vukuundan sonra hanımını boşayıp, mer­humun müstefreşelerinden biriyle evlenmiştir. <Pek garibdir ki Reşid bey, yeni hanımı ile beraber yaşamakla birlikte, ba-bıâli kaleminden birine tâyin buyrulmasını istida eden dilek­çesini üç defa padişaha sunduysada netice alması mümkün olmadı.> Sonunda da, eniştesinin sevdiklerinden, Beylikçİ Köse Akif efendiye müracaat ederek, delalet buyurmasını is­tirham etmiş, bu sayede de, babıâli mektupçu kalemine tayi­ni çıkmış. Burada kısa zamandaki üstün başarısı kendisinin herkesçe takdir edilmesine mucib olmuş, yazı ile okumada gizli evrakların kendisine verilmeye başlamasını görüyoruz. Reşid Bey'in 1244/1828'de Rus savaşındaki sadrıazam Ben-derli Selim Paşa'ya mühürefar olarak tayin edilip Şumnu'ya gittiğini bu görevinede ek olarak, telhis muharrirliği tevcih olunmuştur. Reşid bey'in Şumnu'dan yazdığı telhisler, Padi­şah Sultan 2. Mahmud'un, hayli dikkatini çekmiştir. Padişah, sadnazamından gizlice, bu telhisleri kimin yazdığını sormuş olduğu, pek yaygın rivayettir. 1245/1829'da Ruslarla yapılacak mütarekeye, sadnazam ve serdar-ı ekrem Reşid Meh­med Paşa; Reşid bey ile ordu memurlarından olup, daha sonra hariciye müsteşarlığında ve mükerrerende, Paris'le Londra sefaretlerinde bulunmuş olan, Nuri bey'i yollamış, Edirne'de yapılan sulh antlaşmasında Reşid bey, serkâtip sı-fatıylamurahhaslarımız maiyetinde bulunarak, musalehanm sonunda Ruslar tarafından verilen resmi hediyeden, mücev­herli yüzük ve altun bir saat, bir de samur kürklü tulum al­mıştır. Sulhden sonra sadrazam Reşid Mehmed paşanın tekli­fiyle amedçi odasına memuriyeti padişah tarafından -tensip kılınmıştı.
Bu sırada reisülküttap Pertev efendinin gizlilik taşıyan işle­rinde büyük iltifatlarına nâiî olan Reşid bey, 1246/1830 yılın­daki Mısır valisi Mehmed Ali paşanın Girid adasına yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev efendiye refakat etmiştir. 1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi genişledikçe amedi divanı reisi Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid Mehmed paşanın yanına gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine tayin edilmiştir. Bahse konu ga­ilenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden Akif efendi, başka bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten Reşid bey uhdesine verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat Halil paşa refakatiyle Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade İbrahim paşa ile müzakereye selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sıra­da bazı bedbahtlar Reşid bey aleyhine isnatlarda bulunmuş­lar ve padişahı dahi, kızdırmışlardı. Padişahın yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek, tahkikat yapılmasını tav­siye ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda netice­de aklanması gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835 tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti tarafından, yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fransa nezdinde kalıcı elçi tayin olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı. O zamanlar; şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen arabalarla git­meğe ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siya­setçilerini ziyarete mecbur olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan meşhur Meternih, Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek alakasının derecesini göstermişti. Prens Meternihin burada Reşid bey'in koluna girerek, kendi­sine büyük bir saygı beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark meselesine dair ufak-tefek masallar söylüyordu.
Reşid bey, o andan itibaren Fransızcasını ileri seviyeye ta­şımasının şart olduğu kararını veriyordu. Reşid bey'in biyog­rafisinde şu kısım pek mühimdir: Reşid bey Paris'teki vazife­sini güzel bir şekilde sürdürürken Fransızca lisanını ilerlet­mek hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte taraf-tanda avrupada rastladığı ve gördükleri kendisini intibaha getirip, medeni teşekkülat, faydalı tesislerin kurulupda işletil­mesinden tutunda, devlet idare tarzına ve devletler hukuku­na, muamelat ve malumatına dair tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey 1251/1836'da izinli olarak İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük elçilik unvanı­na vede bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken, amedçilik uhdesinde bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret gö­revi Londra elçiliğine tahvil edilmiştir. Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii yapılmıştı. Pertev Paşa'da padi­şah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O zaman bü­yük ve küçük devlet adamları, iki partiye bölünme durumun­daydı. Bir bölümü Pertev paşaya, diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o hengamede Pertev paşa tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in devlet-i âliye-nîn mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin muhafazasının temini halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat kazanacağını ileri sürüp, güzelce ikna et­meğe muvaffak oluyor, Reşid beyin nezaket dolu davranışları ile Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye nâzın olan Ahmed Hulusi paşa ve­fat edince, Reşid bey'e paşalık verilmemekle beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan, kılıç ve diğer eşya Londra'ya gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Per­tev paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa devletleriyle vaki münasebetlerinde var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada, tanınmış ve oraları bilen sefirler bulunması lâzımdır" yollu telkinleri üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş, buna ilave olarak da büyükelçilik un­vanı    tanınmıştı.    Hemende   Paris'e    gönderilmişti. 1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak çekilmek durumunda kalmış Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine sefaret görevi ile Londra'ya gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid paşa Paris'de bulunmak­taydı. Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e gel­diğinde duymuştur. O zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid paşa, Paris'de kral Lui Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral Filip'in derhal verdiği emirle bir ge­mi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid paşa nezaketle red edip, Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o sı­ralarda makamı sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayu­nunun okunmasından sonra; 1257/1841'de İstanbul'a getiri­lip, Edirne valiliğine tâyin edilmişse de, hastalığı münasebetiyle gidemeyip,  yine Paris  sefirliği  ne  avdet etmişti. 1261/1845'de   2.   defa   olarak   hariciye   nezâretine, 1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de göre­vinden alınmış, 3 ay, 9 gün sonra yeniden sadarete getiril­miştir. 1268/1852'de infisal edip, meciis-i vâlâ reisliğine ge­çerek, aradan geçen 41 gün sonra 3. defa sadrıazam olmuş­tur. Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaret­ten, 3- defa hariciye nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tari­hine gelinmişti. Ve 1271/1854'de, 4. defa makamı sadarete   ; gelip bu sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti üzerine de, Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9 ay, 7 gün sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti ve 1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali dâr-ı beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğin­de Okçular başındaki, özel türbeye defne olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i dâniş, Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i res­mî gibi önemli müesseselerin kurulmasında memleket irfanı­na kalemiylede hizmet ederek, özetlersek resmî lisanıda ıs­lah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir. Edebiyat tarihimiz­de bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisa­nımız, bir taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun kalemi ile avrupa düşüncesi ede­biyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretin­de dört kere koltuğu işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti: "Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yu­nanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali paşa'nın, avrupa gazetele­rine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik et­meğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi husu­sunda Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Ceza­yir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır ida­resini yeni şekil ve güzelliğe çevirmekle yapmış olduğu ısla­hatçı yenilik ve siyasasında yolun başlangıcını medeniyet hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de Arnavutluk'ta, Görüce civarında bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi çocukken babası her nasılsa vatanını terk ile ailesini de yanı­na alarak, Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada büyü­yüp, tütün ticaretiyle iştigal etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca istila edilmesi sonrası içine yuvarlandığı halden kur­tulması için asker yazıldığı sırada Mehmed Ali de, Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti. Orada Arnavut askerle­rinin başı olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında fevkalade büyüklükte cesaret sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı. Böylece-de itibarı yükseldi. Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri ve Mısır Memlükleri üçgeninde çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir mevkie yükselme vaziyetine gel­mişti. Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma yolunu tut­muştu. Artık bu kuvveti istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca Mısır'ın idaresi müthiş bir karışıklık içine düştü. Mehmed Ali askeri zaptı rapta alıp, Hüsrev paşa­ya işten el çektirdi. Memleket idaresini eline almış, vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi vali yapmakta bir mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde rütbe-i vezarete nail olarak resmen Mısır valisi ol­muştu. Asayişin yeniden kurulabilmesi için, Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin varlığını izale etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde munta­zam askerler tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yü­zünden Osmanlı devleti ile onun valisi olan Mehmed Ali pa­şanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali paşanın oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da sadn-azam Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı yerde Çerkeş Hafız paşa komutasındaki Os­manlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu arada Osmanlı tah­tında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine oğlu Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde işe karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah Mehmed Ali Pa­şa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbra­him paşa, Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa, iki senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül âiam'dan hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın kölelerin-dendir. Hüsrev paşanın asakiri mansure ordusunun serasker­liğinde, mirmiran rütbesinde bulunup, 1243/1828 Rusya se­ferinde vezaret rütbesiyle vede seraskerlik kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde Şumnu'ya gitmiş ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini götürmek üzere, büyük elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderil­miş, 1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene sonrada, donanma ile Mısır'a gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirli­ğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah damadiığına nail ol­muş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamı­na getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak üzere seraskerlikten azledilmişti. Sul­tanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden meclis-i ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis re­isliğine getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa kaptan-ı deryalığa tayin edilmiş­tir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka eylemiştir.

Yeniçeri Vak'ası


Sultan 2. Mahmud döneminin en önemli olaylarından biri­sinin, yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun safahatı olduğu, ma­lumdur. Osmanlı devletine beş asır hizmet vermiş olan bu ocağın, acaba ilgası yerine restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla devamı kâbilmiydi? Sorusu her­kes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak; görülen odur ki, yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan kaldırılmayı çoktan hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı diplomatlardan, şâirlerin içinde hayli yüksek bir nâ­mı olan ve aynı zamanda tarihçi olan Alfred Do Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında neşrolmuş, eserinin 7. cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı isabetli bir iş yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki Yeniçeriağasının sarayı, Bizanstan kalan surların içindeki es­ki istanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün İstanbul yeniçerilerin ve ta­raftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine genel ve da­yanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi de­ğiştireceği düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi, döneminin şeyhlerinden birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının altında nice zaferlerin mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları ile rahnedar olup, işi zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ısla­hat teşebbüslerine engel tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını edilsin? İkilemleri ile ülkeyi ve devlet rica­lini bir arada bir derede dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş, niyetini diline hâkim olamayıp, yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını söyle­miş ve bu dikkatsizliğini hem tahtını hem de hayatını kaybet­miş, yıllarca sipahiler ile yeniçeriler arasında sıcak çatışma­lara, İstanbul'un göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan etme­sine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i kuran 3. Selim/in ise, hâ­zin ve göz yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her isyanın altında ispat-ı vücud eden yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer sadaret konağında bunlarla yaptığı ve üç gün üç gece süren mücadeleden şehid olmadan, Alemdar Mustafa Paşa­nın çıkmış olması kabil olsaydı, yeniçerinin toptan yok edili­şi, bu sadrıazam tarafından mutlak gerçekleştirilir böylece 17 senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar Mustafa Pa­şa; hayatına ve dolaysıyla sadaretine devama muvaffak ola­bilseydi, Sultan Mahmud ile el ele vererek bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı. Dünya târihinin kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka panaroma gösteri­yor olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz nezdinde, büyükelçisi olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan ve hristiyanlık uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda başına gelenlere de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat za­man zaman isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve kasıtlı yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin tasfiyesini anlatan satırlarını, say­falarımıza alarak olayların yakın şahidinin müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim hem nalına hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız am­ma bunun böyle olması normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde emelleri olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile gelmiş bir intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve politikasının menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii hakkı olduğu gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını pazarda bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu eserini Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri M. R. üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak, takdim edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marma­ra kıyısındaki yeniçeri ağasının sarayı, Bizans'tan kalan sur­ların içindeki eski İstanbul, bugün seraskerin oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa­rayın bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve ta­raftarlarının elinde bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanıl­maz bir ihtilâli hiç bir şeyin çeviremeyeceği ve kaderi değiş­tireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi böyle bir şeye cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki desteğinin, mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğ­ru karar vermiş olduğunu ispat ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da karargâh kurmuş olan yi­ğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin, kuman­danı ile Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onla­ra katılmışlardı. Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu dört adamın başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi, Alemdar'ın bir şaş­kınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden, imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer yüzünden silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin yukarıdaki ifadesinden sonra Kapdan-ı derya Ra­miz Paşanın Haliç'de Kasımpaşa'daki tersanede ikamet et­mesinden bahseder ve yeniçeri askerinin, yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u ikametgâhından bir müddet seyrettik­ten sonra tersane askerini toplayıp onlara bir hitabede bulu­nur onlara padişaha ve kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine duyulan bu em­niyetten dolayı, büyük bir memnuniyetle ve samimiyetle tek­lif olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen Kasımpaşa'nın sırtlarında bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada bulunan Sekban sınıfı askerin kışlala­rını terk ile kendisine iltihakının haberini yollar. Yine bir gu-rub daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede bulunan topçu sınıfına aynı taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de yanındaki dörtbin asker ile karargâh kurmuş bu­lunan askerle gelişmeleri takip etmekte olan Kadı Abdurrah­man Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar ahalisini, askerinin ikibin kişi kadarıyla kontrol altında bulun­durmasını geri kalan ikibin kişiyigemilere irkâb yâni gemile­re bindirerek padişahın sarayına çıkıp Sultan Mahmud'u ko­ruma altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil tedbirleri al­dıktan sonra da, bir keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne vadi yolu üzerinden Edirne şosesi istikametinde sevk ed­er. Vazifeleri ise, şehre ulaşmaya çalışan ve yeniçerilere mu­avenet edecek, her çeşit teşebbüsün aman verilmeden ön­lenmesi, direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine sal­dığı tebdili kıyafet etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın kurtulduğunu birlikleri toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı, haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri, yeniçeri ve hempalarını da birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi destekleyen imamların, Alemdar aleyhi­ne olarak destekledikleri bu isyanında, sadnazami yok etme­ye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri kürsüler­den çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğu­nu ve askerleriyle geri döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak sadrıazamı içeri almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil boyunca al­dığı tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil ke­narı mahallelerine yapılan top atışlarının isyana eğilimli olan­ların sinmelerine yo! açarken, saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın askerleri tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma küstahlı­ğını gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödü­yorlardı. Demekte olan Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak lüzumunu hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri ol­masına rağmen yeniçeriye sevdirememİş, otoriter ve dedi­ğim dedikçi muktedir bir veziriazamın gölgesinde silik oiarak bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete eğilimi de hayli fazla olan genç padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak altında olacağını, 4. Mustafa'nın adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî olan lakabının gereği olduğunuda hiç unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak olduğu takdirde 4. Musta­fa'nın tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye gele­ceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fır­tınaları içinde debelenip duruyordu. O sırada kötü danışman­ların; yanlış tavsiyeleri, hanımları, anneler gözdeler ve ha­dımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar, târihe hayırsız malu­matlar, hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyaca­ğı işler yaptırtırlar. Amma; şu da vardı ki, bu isyanı tartışma­sız bastırmak padişahın yepyeni bir otoriteyle adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin açık kapısı sayılma şansı ta­şıyordu. Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin faili, en sı­kışık anda kendini inşa ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir sanatınında elbet­te üstadlarmdan biriydi.
Yukarıda meâlen vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki Alemdar vakası ile 1826'daki yeniçeri ilgası hare­kâtını aradan geçen zamanı yok farzederek, birbirinin mü­temmimi yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir târih âli­minin tabii tercihi olup, bizim târih felsefesi anlayışımızda, özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de ancak hemen şu­nu da biz hatırlatmak isterizki, padişahın huzurunda devlet-i âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu vahim durumdan çıka­rıp, dönemin her çeşit terakkisine açık bir devlet yapısına ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı devam ettirmek isteyenlerin mücadelesin­de, en zor durum yine Sultan Mahmud'un üzerindeydi. Çün­kü bir halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında pederi mânevileriydi. Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne zordur, Rabbimizin suallerine cevap vermek.. Ra­miz Paşa, Tersaneden ayrılıp saraya geldiğinde olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla padişah mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklan­mak üzereydi. Sarayın mazgalları üzerinden ve minareler­den, bir kişi hariç bütün yeniçeri ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu. Afdan mahrum kılman tek kişi ise, yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o, bu fit­nenin bedeliydi. Yeniçeri askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak, taraftarları böylece mağlup edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte yandan bu tarz, hem Osmanlı insanı­nın kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan Mahmud da, taht'dan inmekten kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti hakkında, tercih yapmaktan kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu satırları çok dikkat çekici olduğun­dan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan Mahmud, sarayın" kule­sinden askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini, mahve-dişini seyrediyordu. Hem bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu merhametin etkisinde kalarak Kadı Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden, yeniçerilerin ateşine karşılık vermemesini buyurdu. Surların üzerinden yayınladı­ğı bir bildiri ile yeniçeri ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını söndürmesini buyuruyordu. Ağa, padişahın buyru­ğuna saygı göstermek bakımından yangının ucundaki evleri yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali, sönen yangın­dan ve mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak, saraya çıkan bütün yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya, Kadı Abdurrahman'a bostan­cılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın, şahsına yağdırılan lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa Sultan Mustafa diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık görülüyordu. Kaçınılmaz ye­nilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın kurulması arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mus­tafa'nın derhal idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmet­kârları, danışmanları, hadımlar, padişahın ayaklarına kapa­narak bu kararın verilmesi için yalvarmaya başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3.  Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı cellâdların elleriyle ha­yata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4. Mustafa'nın öldürtülmesine temas eder­ken, şu cümleyi kullanmış olmasını da duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu im­paratorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet dü­zeni uğrunda işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen şu dip notla açık­lamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mü­him bir mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet oldu­ğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not: "Dikkat edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimiz­den çok değişik bir tarzda anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir şekilde, haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki Fransız elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğin­de, istifade ettiği devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun ta­rihçilerimiz tarafından incelenmesi faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın üzmen'in, bu bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini görmek kabil bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz önüne almayan mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine ecdadımızın hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann ara­sındaki, ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik oldu­ğunu hesap etmemesi, sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman biz de deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih bilgisini hâiz olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra mu­sallat ettirilen palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriy­le bakanlar olarak, görmek lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında geridöneceği umudu­nu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görün­ce cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarı­sından Kadı Paşanın askerleriyle sekbanlar halka aldatıldık­larını yoksa din kardeşleri yeniçeriler ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrah-man Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamı­nı alacaklarına söz verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile, kutsal bir kişi haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu. Yararsız bir uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefe­re bırakarak kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin yeniçerilerle barışmalarını hoş karşıladı. Barış­ma birinci avluda meydana geldi. Durumdan memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini istiyorlardı; Padi­şah onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man Paşa, Behiç Efendi gibi Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye bindirildiler ve Marmara kıyı­sında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a kaçarak, hâla Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün müddetle yakan vede kana boğan ihti­lâl kaçmaları ile yatıştı. Aynı gün yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid kışlasını ta­mamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha elçiler göndererek başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini tekrarla­dılar. Gizliden gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın başında saraya gelerek, padişahın yenilgisini bir zafer gibi kutladı. İhtilalde mutlakıyetin, dinîn ve eski yasa­ların zaferini görüyordu. Her şey eski düzene göre yerli yeri­ne geldi." Görüyorsunuz sevgili okurlar Lamartin'in yazdıkla­rında; bence üç husus önem arzediyor. Birincisi, 4. Musta­fa'nın katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek olarak kutsallık kazandı ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid kışlasını yakıyorlar, sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve revan içinde tutmaları özürle ge­çiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski yasaların zaferi gibi şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin hâkimiyetinden rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın katlini hoş karşılamak ne kadar doğ­ruysa, daha önceki katilleri de öyle bulmak lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize biraz tetkik ettiğimizde söylüyor nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye Anadolu ve Ru­meli diye taksimi teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa daha yazalımki iktidarın ne istediği bilinsin: "Bu devlet-i âli­ye öyle başı örtülü bir gelindir ki, iki damada birden tâb ola­maz, arûs-î saltanat inkısam kabul etmez!" Demek suretiy­le devletin idaresinin asla ortaklıkla olamayacağını ortaya koyması bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çö­zümünün, bir tarafın diğer tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu mücadelede hududullahın aşıl­maması olması olduğunu, bu veli padişahın beyanından çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru gi­den sür'at herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı aşan bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet tasfiyesinden zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık Kapdanıderya Ramiz Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu de­nerken, Kadı Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında do­laşmakta, yeniçerilere karşı bir askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, der­viş kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahraman­ca savunduğu; saray'ın kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."

Vaka-İ Hayriye


(15/haziran/1826)                :
Lamartin'in, edebi üslûbundan zaman zaman alıntılar ya­parak, Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye mi? Sorusunu so­ranlara cevabı kendilerine bırakmakla birlikte biz biraz malu­matla bu hususa dâir bilgilerine katkıda bulunalım. Yeniçeri­lerin, üç saltanat dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet, ihanet ve hunharlık devletin hayati savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi, Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta, Yunanistanın bağım­sızlığını elde etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını kabul edersek, bunun en büyük suçlusu yeniçeri olduğu şüphe gö­türmez. Bu husus için, kendisi de bir yeniçeri olan ancak vic­dan muhasebesinde adil olmayı becerebilen, Koca Sekban-başı Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi daha iyi an­lamak kabildir.
Bahse konu risaleden şu nâkil okura bir fikir verebilir zan­nıyla şu nakli yapmadan geçemeyeceğim: "..savaş sırasın­da bir gün yeniçeri askerlerinden üç kişi biraraya gelip Rus­lardan bir esir almaya çıkarlar. Tesadüf bu ya, kazaen ak­şamdan sonra, Rus sınırında, sahtekâr gâvurun birini tutup, esir alıp getirirlerken kâfir, bizimkilere, Eflak Türkçesi ile <Ağalar benim babam zengin adamdır, eğer beni bırakırsa nız sizlere çok yardımım olur. Böylece, yoksulluktan kurtulursunuz.> Diyerek kandırır. Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırı­na götürürler, babam dediği adam bulunur ve teslim edilir. O adamda bunlar gibi namussuz biri olduğundan, bizimkile­re: <benim oğlumu esir etmemiş ve öldürmemişsiniz. Sizle­re beşyüzer Macar altunu hediyeden başka ikram olarak, çok daha kıymetli birşey göstereceğim> diyerek kıyafetleri­ni değiştirip, alır onları büyük bir çadırın kenarına götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde büyük bir kalabalık, içeride de büyük bir terazi ile beyaz akçe ve altının tartılıp bunların varillere doldurulduğunu görürler.. Çadırın içinde, çorbacı ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar kalpaklı bir çok adam vardır; akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki bu müslümanlara, paylaştırıp durmaktadırlar. Alçak herif uzak­tan bu manzarayı gösterdikten sonra, bu üç ahbabı yine ge­riye evine getirir. Derki: İşte yoldaşlar, sizlere bu manzarayı göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır içinde tartılan akçe ve altunların bir kısmı devletinize, birazı vezirinize bi­razı yeniçeri ağanıza bir kısmı da, Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir. Bizler sizin vilâyetlerinizi parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar İstanbul'un karşılı­ğında verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler kı­sa bir süre sonra İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki maksadımız, bundan sonra ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca vilâyetlerinize dönmekte yine sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi İstanbul'da bul­mayalım. Burada size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle, sözlerini bitirip bi­zimkileri Osmanlı sınırına geri bırakıp giderler. > Şimdi sev­gili okurlarımız; bu alıntının devamını okuduğunuzda şaşkın­lıktan küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız. Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim: <.Gelelim bu üç ahbabın orduya Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına. Köyünde çift sürmekten gelmiş, düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer kılıklı bu üç adam son derece ahmaktı. Kâfirin söyle­diklerine hemen inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına ya­tınca, rastgeldikleri bütün dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı; bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı bizim vilâ­yetleri Moskof kâfirine satmış ve şu anda parasını alıyor. Hatta biz İstanbul'un karşılığı alınırken, gözlerimizle gör­dük! Diye Allaha ve peygamberine büyük yeminler etmeye başladılar. Karşılarına her çıkan adama burada artık neden duralım. İşler hep karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri gibi yüzlerce ahmağı şüpheye düşürmüşlerdi. Akıl ve man­tıktan nasipsiz, beyni soğuk denebilecek bu sözde asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında: <Bizim Hüseyin Dayı, Kabakçıoğlu Recep Beşe ve Kocabaş Hikmet Emmi İstan­bul'un parasını sayılırken gözleriyle görmüşler. Dokuz tala-ğa yemin edip söylediler, doğrudur> Diye koca orduyu ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir vesile anyordu. İşte böyle güzel bir vesile çı­kınca dağarcıklarını arkalarına, tüfeklerini omuzlarına vu­rup, geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı zabitlerinden be­şer, onar kişi bırakıp, zaten derme çatma toparlanan diğer ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp gittiler. Moskof domu­zu ise eline geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip, önce or­dunun bulunduğu bölgeye sonra da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu olayı kendi aralarında birbirlerine gülerek anlatır­lar." İşte aziz okur, Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha nice­leri var da, biz kitabın kendisini okumanızı tavsiye ile iktifa etmek zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri zaman zaman gâile-i kebireyi teşkil eden yeniçeri hakkındaki kara­rını çoktan vermesine vermişti de, işin daha öncekilere dön­memesi için en kesin ve bitirici darbeyi hazırlamaya başla­mıştı. Ashab-ı Kiram Efendilerimizin İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor, ibadethanelerin restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet ederek şehrin büyük bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle dinleyip anlamaya, büyük ehemmiyet atfediyordu.
Bu arada da, Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu satırlara bir göz atalım: ".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu ocaklarının isyanını bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab kurulu teşkil ederek, şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirle­rini, Hüseyin Paşayı İzzet Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde hastalığı açıklayarak, ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı cedid Örneğine göre yeni­den teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı. Sadnazam tarafından bu fermanın yayımlanması padişahın beklediği gibi yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce sessiz, sonra gürültülü bir ayaklanma  15/haziran/1826 gecesi ortalığı kapladı.  15/haziran gecesi, isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın başlangıç noktası sayılacak Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar. Yeniçeriağasının olayın içinde olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak Ağanın kona­ğına, onu parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı icraata koydular.
Bir kulun yardımcısı Allah (c.c) oldumu, ona kim ne ya­pabilir ki? İşte bunda da böyle oldu. Sabahın saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa, uyumak üzere her dem ted­bir olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden gelen müfreze Ağanın konağını paraladılarsa da, kendisine bu iş­lemi yapmak için yanına ulaşamadılar ve konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı yakmak için, bir kaç yerden tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan) Et-meydanına kaldırmışlardı ve böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde devrilecek ve ateşi söndürecek idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç düşünmezken, padişah ve taraf­tarları ve de ahali bu hususda müttefik idi. Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele devredilen, nâdir buluşlarla devam ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler ocağı ise bu komitacı­lığın belki de dünyada en mühim merkezlerinden olduğun­dan, oradaki birikim çok fazla idi. Bunun bir örneğini isyan­cılar hemen tatbike koydular. Ahaliyi kendilerinecelb veya en azından evlerine gönderipde olaylara karışmasını önle­mek için, Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin Ağa'nin ve devletin ileri gelenlerinin öldürüldüğü ha­berini yaydılar. Ahalinin ayak takımı da bu oyuna hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci tellakları meydanda görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir gurubu almış sadriazamm sarayına doğru götü­rürken, Sarhoş Mustafa adlı bir başka biride, Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta hedeflere doğru yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulu­nuyordu. Alemdar Paşa zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir edilmediği gibi, her an bekle­nen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha zor ulaşa­bilecekleri, yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda di­ye telakki gerekir.
Efendim; müteveffa hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı bir şehir haline konmasını teklif etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe teşebbüslerinden, başşehrin hemen müteessir olma­ması düşüncesi yatar ki buda pek isabetli bir teklifdir. Neyse, biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya devam edelim: Asi­ler sadriazamm Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile efradını Konağın gizli bir bölümüne saklanmış böylece sade­ce eşyaların yağmalanması, altıbin kese altunun yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu. Can ve ırz payimal olma­dan iş atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken çoktan haberi almış doğruca bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de Mehmed Paşaların da saraya gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti. Yalı Köşkünde, bu günkü Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki köşke vardı. Kıbrıslı Mehmed Emin Efendiyi padişaha yolla­yarak, sancağı şerifin çıkarılmasını ve padişahında kurula­cak birliğin başında bizzat bulunmasının hatırlatıirnasını is­tedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed Paşalarda geldiğin­den ayrıca şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına katılması sağlanmıştı, ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik kumandanları emri altında bulunan askerle sa­raya gelmeleri emredildi. Saray'ın adına Raşid Efendi Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu: cevapları "Gâvur tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş etmekve keçe kesmektir. Fermanı uygulayanların, kel­lelerini istiyoruz" dediler. Râşid Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu çünkü bu talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir mad­desi ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hu­susunda, müsbet kanaatler serdetmişlerdi. Sadnazam, bu­na istinaden eğer buna riayet olunmazsa muterizlerin ezile­ceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip olu­yordu. Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile he­men Topkapı sarayına gelmiş ve sünnet odasında toplanıl­mış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafın­dan bana emanet edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gay­ret ile uğraştığımı bilirsiniz. Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal sabırları bile aşa­cak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışla­dım; hatta dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka bir şey görmeyen yeniçeriler son çı­karılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da kabul ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş ol­dular; şu anda gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir alınma­sını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ule­mânın kanaati nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm, şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında top­çular ve toplan da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin çıkarıldığını kendi arkadaşla­rının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere seslendi. Gelen ce­vapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de, hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam et­tiklerinden üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan mermi ve güllelerle hayatlarını kay­bediyorlardı hem de islâmda pek mühim olan Sancak-ı Şe­rif altında olanlara karşı ve ales sultan huruç, yâni mü'min emire karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme gidiyorlardı. Ni­hayet kâbus gibi Osmanlı İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar ören yeniçeriler hitama erdirilmiş, ancak kurunun yanında yaş da yanıp gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden dolayı mağdur, mazlum hâttâ şehid ol­muştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle imamlarından bey­lerden, efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma gayreti gösterdikleri, bu temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve sıkıntılara giriftar edildiler. Bilhassa İstan­bul'da o târihe kadar semtlerin en hatırlı kişileri camii imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda insaniyet göstermeleri, cezayı müstelzim olduğu gibi» nihayet imam­lar olarak da devlet indinde itibarları muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır. Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra İstanbul'u her zaman hu­rafeleri, dilencilikleri ve rezaletleri ile mahveden yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay içinde kurulan düzgün bir ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını, cesareti ve disiplini ile, bir kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca yıkmakla kalmamış yeniden yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden sonra, çok geçmeden Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin ordusunu, aynı devletin bir valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn nakletmişti bende sizlere nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur Moltke; bizim ordu­muzda müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına düşmandan az biraz önce geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım, bizde yorgunuz amma, onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa hemen ordu müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, ha­vaya bakışlar yapan müneccim, eşref saatin olmadığını sal­dırının doğru olmayacağını ifade ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim teklifinde bulunur.
Kumandan Hafız Paşa; biraz düşündükten sonra, yine ma­hut müneccimi çağırır Moltke'nin teklifini söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini, ancak yağmurun yağıp yağ­mayacağı meselesine gelince, eşeklerin ve katırların kulakla­rının dikilmediğini, keçilerinse kıçının büzüşmediğini, man­daların kafalarını gökyüzüne kaldırıp da başlarını sallamadık­larını buna bağlı olarak yağmurun yağma ihtimali bulunma­dığını ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye duydunmu? Soru­sunu yöneltir. Moltke; bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup bununla bitmez, or­du uykuya yattıktan sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki baziçadırlardan, askerin kimisinin suda boğulduğu, ha­beri bile gelir. Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde çamu­ra batmış velhasıl Moltke'nin bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan savaş ise kaybedilmiştir. Bütün bunları mektu­bunda yazan Moltke, şunu ilâve diyor: "Bir ordu ki, harekâtı­nı, bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine, mandanın kafasını yukarı kaldırıp sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa, ku­mandan bunları kabul ve tatbik ediyorsa o ordunun galibi­yeti inayet-i ilâhiyeden başka birşey olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o ağlanacak hâlimize, Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi yaşından gün al­mıştı. Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuş­tur. Bunların arasında Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kal­dığı biri yoktur demek kabil değildir. Alemdar'ın kendi üze­rinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı davranışlarlarla, ca­nını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutma­mıştır. Alemdar'dan sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri sürülebilir ve doğrudur da fakat Ha­let Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri olduğu hatırlanmalı­dır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışı­nın bu dönemde de, bulunduğunu işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla ka­tıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç sal­tanat dönemi gören bu paşa Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, her­kesin saygısı ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.
Ahaliyle iç içe olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle ol­mak onun için bir zevk hâlinde idi. Sultan 2. Mahmud'un; Ni­zip Savaşını kayb etme haberini alıpalmadığı hususunda çeşitli   rivayetler  bulunmaktadır.   1 9/r.   ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini tamamladı. Or­tadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine def-nolunduğunda, bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar ahalinin ağzından şöyJe dökülmekteydi "Pa­dişahım! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" Çünkü; 31  sene, 10 ay, 6 gün padişahlık yapan Sultan Mahmud bu kadar be­raber olduğu müminlerden böyle bir sevgi ifadesi görmesi makul ve mergupdur.

Sultan 2. Mahmid'ün Şahsiyeti


Sultan 1. Abdülhamid'in Nakşidil Valide Sultandan 20/temmuz/1785'de dünyaya gelen şehzadesidir, 2. Mah-mud. Valide sultan şehzadeyi dünyaya getirdiğinde kendisi henüz 17 yaşındaydı. Amcazadesi 3. Selim tarafından çok iyi yetiştirilmeye çalışılmıştır. Hele, 3. Selim'in tahttan indirildik­ten sonraki, geçen dönemini Şehzade Mahmud için tam bir padişahlık stajı olarak geçmiştirdersek hiç de yanlış söyle­memiş oluruz. Kazandığı rütbelerden en güzeli Vehhabîleri Mekke'den ihracı üzerine, almış bulunduğu Gaazi unvanıdır.
Çünkü bir kısım softanın gâvur padişah adını verdiği zât, 23/1/1813'de ihracı neticelendirmiş ve Şeyhülislâm Dürrizâ-de Abdullah Efendi, 28/5/1813'de verdiği hutbede bu unva­nın Sultan 2. Mahmud'a verilmesinin, makam-ı meşihatde karar altına alındığını irad eyledi. Her Osmanlı şehzadesi içinde ayrıca târih dersi almış olanların arasında apayrı bir yeri vardır. Nitekim; yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar vermesinin gecikmesinde bu târih bilgilerinin çok rolü ol­muştur. Osmanlı devleti, bir aşiret halinden cihan devletine yürüyüşü yeniçeri ile başlamış ve bu yürüyüş her geçen an bir koşu hâline dönüşmüş ve dünya devleti olan Osmanlı İs­lâm devletinin bu cihanşümul muvaffakiyetteki emeğin bü­yüğünün, yeniçeri askerine, aid olduğunun idraki içinde idi. "U Sultan Mahmud'un, son kararını bildiren ve yukarıda zik­rettiğimiz konuşmasında nümayandır. Bu Adlî Mahmud'un vefakârlığının bir ispatıdır. Büyük bir siyaset insanı idi. Bu evlet siyasetinde böyle olduğu gibi cemiyet hususunda da böyle bir dâhidir misâl olarak Beşiktaş'da kurulan ilim heye­tini hem teşvik ediyor, hem de deneyler hususunda kendileri­ne dikkat ediniz, şeyhülislâm'ın eline, düşerseniz sizi ben bile kurtaramam dediği gibi, İbni Haldun'un ünlü Mukaddimesini tercüme ettik okutalım diyenlere verdiği cevap, "Aman ço­cuk ne yapıyorsun? Çocuğun eline ustura verilirmi?" deme­si siyasetin her yönünden behresi olduğunu gösterir. Şahsın­da, şakacılık, merhamet, sertlik, musikişinas, bestekâr, Adil mahlasıyla, şâir olarak ve de hattatlığı muhteşemdir.
Hem Nakşibendi hemde Mevlevi idi. Dikkat buyrulursa; her iki cereyanda, İslâm âleminin kitlesel acıdan en büyük iki gurubuna mensubiyeti, halifelik sıfatıyla, ne kadar büyük bir denge unsuru olduğunu gösteriyor. Fransızca öğrenen İlk padişah olduğunu ifade eder Tarık Yılmaz Öztuna bey'ki bu diğer padişahların lisan bilmediği mânasına gelmemekle be­raber (çünkü Fâtih'in birkaç lisan bildiği malumdur) Fransız­ca bilmenin önemi dünya politik arenasının bu lisana vakıf olanlarca daha iyi takip edildiği dönemdir 19. aşırın her bir yılı. Sultan Mahmud'un çileye tâlib bir insan oluşuna bir mi­sâl olarak yeniçeri sınıfını ilgadan sonra 1828'dekoskoca ya­zı Tarabya'daki karargâhda geçirdikten sonra Sekbanaskeriyle tam iki sene Rami Kışlasında yaşaması kabul edilebilir. 4. Mustafa'yı yâni baba bir ağabeyini katlettirirken, devleti kendinin taşıması üzüntüsünü yaşadıktan sonra, tahta vârisi edinmek için lâzım gelen teşebbüslere ağırlık vermesi hayli­ce kadını olmasına sebeb teşkil etmiştir. Politikada, musiki vede tanbur'da hocası, 3. Selim idi. Ney çalardı ve bunda hocası, Kazasker Tosyalı Mustafa İzzet Efendidir. Vefatı l/temmuz/1839'da 30 sene, 11 ay, 4 gün süren ümmete hizmet sonrasında, gece yarısından sonra ablası Esma Sul­tan sarayında vukubuldu. Cağaloğluna köşe olan Türbe Es-
Sultanın konağının bir tarafından alınarak merhuma tah­sis olundu. Daha sonra o araziye tanzimat ve ittihat ve terak­kinin ileri gelenleri defnedildi. Ayrıca Sultan Mahmud Türbe­sine, Şehid-i Aziz Abdülaziz ile Cennetmekân 2. Abdülhamid Hân'da defn olundular sonradan. Sultan 2. Mahmud'u üm-met-i Muhammed, 54 yaşına 18 gün kala elinden uçuruver-mişti.

2. Mahmgd'ün Hanımları Ve Çocukları


Çağatay üluçay'ın hazırladığı, TTK (Türk Târih Kuru­mumdan neşrolunan "Padişahların Kadınları ve Kızları" adlı eserdeki bilgi sekiz hanımı, dört ikbâli hakkında bilgi ve say; veriyor. Buna karşılık Tarık Yılmaz öztuna bey ise; "Hane­dan" adlı pek değerli eserinde onsekiz hanım rakamı veriyor. Bu sayının beş adedinin ikbal olduğunu haber veriyor, bun­lardan Zernigâr'ın, 1826'da 4. ikballikden önce yedinci kadı-nefendiliğe sonra ikinci kadmefendiliğe yükseldiği görülüyor. Ölümü 1809'da vukubulan Fatma başkadınefendi, Çağatay Uluçay bu ismi vermemiş, 1809 sonrasında başkadınefendi olan Alicenâb kadınefendi de, CJluçay'da kilistede yok. Per-tevniyal Piyale Nevfidan başkadınefendi 1793'de doğmuş, 1855'de vefat etmiş. Sultan Mahmud Türbesine defnoiundu Misl-i Nâyab 2. kadınefendi olmuş 1825'den önce vefat Nak-şidil Türbesine defin, üluçay listesinde yok. Kamerî 2. Kadı­nefendi aynı Misl-i Nâyab gibi ve Ebr-i Reftar 2. kadınefendi-de bunlarla aynı kaderi paylaşmış. Bezm-i âlem vâlidesultan 1807'de doğmuş, 1853'de 46 yaşında vefat etmiş Abdülme-cıd Hân'ın annesidir. Hayatı hayır yapmakla geçmiştir. Os~ rnanh da yenileşme harekatında öncülük yapmıştır. Vakıf hastanesi ençok bilinen yadigârıdır. Aşubcan 2.  kadınefendi 1793'de doğmuş 1870'de vefatı üzerine Sultan Mahmud türbesine defnolundu. Beşiktaşda sahilsaray, Küçük Çamlıca da kuyu yaptırmış, Çamlıca'da kasr inşa ettirmiştir. Vuslat kadınefendi'nin sadece 1 830Jda vefatından bilgimiz var. Nurtâb kadınefendi, 1810!da doğup, 1886'da vefatı-vu-kubuimuş. Kocasının türbesine defnolunmuş. Hoşyarkadıne-fendi 1859'da Mmekke-i Mükerremede Hac ifasından sonra vefat ederek o mübarek beldede defnolundu. Pervİzfelek ka­dınefendi 1863'de vefat etti, kocasının türbesine defnolundu. Hüsnümelek kadın başikbal idi. 2. Mahmud'un bir şarkısında "Hüsn-i melek bir peridir" mısraı bu ikbaiinedir. Vefatı 1886'da olmuş, Sultan Mahmud'un tavşanca köçekçesini, Abdüimecid döneminde saray dansözlerine meşk ettirdiği bi­linir, makberi, Sultan Mahmud Türbesindedir Zeynifelek ka­dınefendi ise 1842'de vefat etmiş Nakşıdil Sultan türbesine defnolunmuştur. Lebriz Felek hanımefendi 1810'da doğmuş ve 1865'de ölmüş, Sultan Mahmud türbesine gömülmüştür. Tiryal hanımefendi, 1810'da doğmuş, 1883'de vefat etmiştir. Üsküdardaki; Ahmediye Çeşmesi bu hanımefendi tarafından, yaptırılmıştır. Kabri Yenicami'de 5. Murad türbesindedir.
Pertevniyal valide Sultan, padişah Abdülaziz'in annesidir. 1812'de doğmuş, 1883'de Doimabahçe sarayında vefat et­miştir. Aksaray'daki Pertevniyal Valide Sultan Camiini bu va­lide yaptırmıştır. Kabri de bu camidedir. Sultan 2. Mah­mud'un çocuklarına gelince, Tarık Yılmaz Öztuna listesinde onbeş tane hanimsultan, onsekiz tane şehzadeden sözaçabi-liriz. Bunların hanımsultan olanları:
iUL/lAM Z. MAtİM
adı
doğum
ölüm
makberi-türbesi
Fatma Sultan
1809
1809
Nuruosmaniye Tür.
Ayşe ""
1809
1810

Fatma " "
1810
1825
Nakşıdil Valide tür.
Murad şehzade
1811
1812
Hamidiye
Bayezid " "
1812
1812

Şah Sultan
1812
1814
Nuruosmaniye
Abdülhamid
1813
1825
Nakşıdil Valide
Osman
1813
1814
Nuruosmaniye
Ahmed
1814
1815

Mehmed
1814
1814

Şah Sultan
1814
1817

F.minc Suİlan
181?
i 8 16
Yahya Elendi Demâhı
Zcyneb "
1815
1816
Nuruosmaniye İ ürbı
Mehmed
1816
1816

Hamide Sultan
1818
1819

Süleyman
1817
1819
a. t»
Cemile Sultan
1818
1818

Hamide " "
1818
1819
it   il
Ahmed
1819
1819
ii    44
Ahmed
1819 bir
kaçgiin sonra
öldü " "
Abdullah
1820
1820

Mehmed
1822
1822
'1    it
Ahmed
1822
1823

1. Abdüimecid
1823
1861
Yavuz Selim Cami
Ahmed
1823      (
1824

Münire Sultan
1824
1825
Nakşıdil Valide tür
Hadice Sultan
1825
1842
Sultan Mahmud
"Abdülhamid
1827
1829
Nakşıdil Valide
Fatma Sultan
1828
1830

Abdüiaziz han
1830
1876
Sultan Mahmud
Hayriye Sultan
1831
1833
Nakşıdil Valide
Nizameddin
1833
1838

SuStan 2. Mahmud'un yukarıdaki listede gösterilen 15'i kı­zı, 18'i, erkek olmak üzere 33 evlâdı olduğunu görüyoruz. Ancak 2. Mahmud'un, bu liste dışında dört tane yetişmiş kı­zımda ilave edecek olursak, karşımıza 37 evlad babası bir padişah çıkacak karşımıza bunların, 32 adedinin toprağa ve­rildiğini görmüş bir baba, kolaymı bu kadar sayıda ciğerpa­reyi toprağa verip de ümmetin işiyle meşgul olmak, insan bunu kendi kendine sormalı! Bu yetişkin altı kızı şunlardı. 1811'de doğup, 1843'de 31 yaşındayken vefat eden Saliha Sultandır. Halil Rıfat Paşayla mayıs/1834'de izdivaç yaptı. 8 sene, 8 ay, 12 gün süren evlilikten sonra, vefat eyledi. Mihri-mah Sultanhanım ise; 10/6/1812'de doğmuş, 24 yaşında, 1836'da evlendiği Said Paşa ile ömür sürerken, vaz'ı hami (doğum yaparken) esnasında şehid oldu, 1838/tem-muz/3'de. Atiyye Sultanhanım ise, 1824'de doğup, 1850'de vefat etmiş-tir izdivacını 1840'da Rodosizâde Ahmed Fethi Paşa ile evlenerek yaptı. Bu hanımsuitan da vefatında, baba­sının türbesine defnolunmuştur. Adile Sultan 23/5/1826'da dünyaya gelmiş ve 12/2/1899'da vefat etmiştir. Adile Sultanı babası evlendirememiş ağabeyi 1. Abdülmecid Hân, Meh-med Ali Paşa ile 12/haziran/1845'de evlendirmiştir.

Sultan 2. Mahmud'un Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları


4. Mustafa'nın sadnazamı iken Çelebi Mustafa Paşa, Alerndar'ı bir sabah karşısında görüp, mührü ona teslim etti­ğinde bu paşa tarafından enterne edilmiş ve Alerndar'ın as­kerlerinin Çırpıcı Çayınndaki karagâhını mesken tuttu. Elin­deki mührü ne yapacağını bilemeyen Alemdar'a biri, çavuş-başına vermesini işaret etdi. Paşa da, Çavuşbaşı'na mührü vermiş oradan da, Topkapı Sarayına Sultan 3. Sel im'i, yeniden Osmanlı tahtına oturtmak için harekâta geçti.  Bilindiği gibi şehadet vak'ası vukubuldu.
Şehzade Mahmud ise, hayatını katillerin elinden zor kur­tardı. Kurtulduğu andan itibaren padişahlığı kesinleşti çünkü Alemdar duruma hâkimdi ve amucani yapamadım, bari seni tahta çıkarayımda gönlüm rahatlasın dediğinde, yeni padi­şah da, Alemdar'ın sadarete getirilmesini irâde etdi. Böyİe-cede, 28/temmuz/1808'de, 3 ay, 10 gün sürecek sadaretine başladı. Şehiden, makamını Çavuşbaşı Arnavud Memiş Pa­şaya bıraktığında, târih 15/kasım/1808 idi. Ancak Memiş Paşanın sadareti, 1 ay, 9 gün sürebiimiştir. Yerine l/ocak/1809'da Yusuf Ziyaeddin Paşa getirildi. Bu paşanın 2. sadareti olup, 2 sene, 3 ay, 9 gün sürdüğünde takvimler, 10/nisan/1811 tarihini gösteriyordu. Bu paşanın iki sadareti­nin toplamı, 8 sene, 11 ay, 4 gün tutmuştur. 165. veziriazam olarak Trabzonlu Nazır Ahmed Paşa; makam-ı sadarete geti­rildi, 5/eylül/1812'ye kadarmakamda kaldığında, 1 sene, 4 ay, 25 gün geçmiş ve yerini Hurşid Ahmed Paşaya bırakmış­tır. l/nisan/1815'de, Mehmed Emin Rauf Paşa ilk sadaretine 167. sadrıazam olarak getirildi. 2 sene, 9 ay, 4 gün süren sa­daretinden infisal ettiğinde 5/ocak/1818 târihi gelip çatmıştı. Yerine Derviş Mehmed Paşa gelmiş ve 2 sene, 1 gün sadn-azamlık yapan paşa, 5/ocak/1820'de infisal etdi. Bunun ye­rine de, ispartalı Seyid Ali Paşa; 1 sene, 2 ay, 24 gün. maka­mın hakkını vermeye çalıştı, ayrıldığında târih 28/mart/1821 idi. 170. sadrıazam Bendeki Ali Paşa ancak, 1 ay, 3 gün gö­revde kalabildi. İzmirli Hacı Salih Paşa 30/nisan/1821'den. 10/kasım/1822'ye kadar, 1 sene, 6 ay, 10 gün kalabildiği görevden ayrıhrak yerini Abdullah Hamdullah (Deli) Paşaya bıraktı ve bu zât, 4 ayı anca görevde tamamlayabildi. Hemen Peşinden, Turnacızâde Silahdar Alî Paşa 13/aralık/1823'e kadar, 9 ay, 4 gün vazifede kaldı ve Mehmed Said Gaalib Paşa selefinden iki gün eksik olarak vazifede kaldı ve târih, 14/eylül/1824 idi. 175. sadnazam Benderli Mehmed Selim Sırn Paşa oldu 24/ekim/1828'e kadar, 4 sene, 1 ay, 10 gün hizmet verdi. Darendeli Topla İzzet Mehmed Paşa 28/ocak/1829'a kadar 3 ay, 5 gün kalabildi ve ilk sadareti bu oldu. Reşid Mehmed Paşa 28/ocak/1829'da sadnazam olduğunda, 4 sene, 21 gün, bu makamda kaldı. 18/şu-bat/1833'de son buldu. Böylece Mehmed Emin Rauf Pa-şa'nın 6 sene, 4 ay, 12 gün, süren sadaretine yol açılmış ve infisal ettiğinde 2/temmuz/1839'da, nihayetlendiğinde Sul­tan 2. Mahmud vefat etmiş bulunduğundan, son sadrıazamı bu paşa olmuştur. Onaltı defa mühür veren padişah, onbeş kişi ile sadaret görevini yürütmüştür. Şeyhülislâmlar ise, aşa­ğıya çıkarılmıştır:
no :isim: T. Târih Ayrılış T. s a gl30. Arabzâde Mehmed Arif 21/07/1808 15/08/1808 0 0 25131. Salihzâde Esad Ef. 15/08/1808 22/11/1808 3 9 02132. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/11/1808 22/09/1810 1 10 00133. Samânîzâde Hulusi Ef. 22/09/1810 12/06/1812 1 08 20134. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/03/1812 22/03/1815 2 09 10135. Çelebizâde Zeyni Ef. 22/03/1815 27/01/1818 2 10 06136. Mekkîzâde a^sım Ef. 08/02/1818 03/09/1819 1 07 07137. Hacı Halil Ef. 03/09/1819 28/03/1821 1 06 25138. YâsincizâdeA. vehhab Ef. 06/05/1821 10/11/1822 1 07 13139. Sıdkızâde Ahmed Reşid 10/11/1822 25/09/1823 0 10 15140. Mekkizâde Kasım Ef. 25/09/1823 26/11/1825 2 02 01141. Kadizâde Mehmed Tâhir. 26/11/1825 06/11/1828 2 05 10142. Yâsin-cizâde Abdullah Ef. 06/05/1828 08/02/1833 4 09 03143. Mekkîzâde Asım Ef. 08/02/1833 20/11/1846 13 09 10
14 defa şeyhülislâm tebeddülü olmuş, Mekkizâde üç, Yâ-sincizâde iki, Dürrizâde iki defa meşihate gelmişler böylece SultanMahmud'un işi on şeyhülislâmla tamamlamıştır.

Muasırları Kimlerdi?


İngilterede, Kral 3. Jorj, 4. Gilyom ve Kraliçe Viktorya. Avusturya'da 1. Fransuva, İran'da Şah Mehmed Han, Papa­lık da ise, 7. Piu, 12. Leon, 8. Piu, 16. Grigovar. Prusya'da; Kral 3. Frederik, 4. Frederik, Rusya'da ise; imparator 1. Al-kesandr, 1. Nikola. Fransa da ise İmparator 1. Napofyon, kral 18. Lui, 10. Şarl, 1. Lui Filip'dir. ülke içindeki meşhur zevat ise, Alemdar Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Arif Efendi, Kadı Abdurrahman Paşa, Behiç Efendi, Muhib Efendi, Tepe-delenli Ali Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ka-valali İbrahim Paşa, Hüsrev Paşa, Şâir İzzet Molla, Büyük Mustafa Reşid Paşa, Said Efendi, Nişancı Halet Efendi, Seyid Ali Paşa, Reisülküttap Galib Efendi (Paşa), Tahsin Efendi, Ağa Hüseyin Paşa, Darendeli İzzet Paşa, Topçu yüzbaşısı Ka-racehennem İbrahim Ağa vesairedir.

Okuma Parçası: Alemdar Mustafa Paşa (Kahraman-I Hürriyet)


Okuma Parçası olarak koymuş bulunduğumuz Alemdar Mustafa Paşaya yapılan hayatına kast edici saldırının, hiç bir târih kitabında bu kadar yer ayrıldığı görülmemiştir. Halbuki Osmanlı târihinden pek iyi bilinmesi gereken ve son yarım asırda, 1960'la başlayan seri ihtilâller sonucu ülkemizde ikti­dara gelenlerin ordu/hükürrtet münasebetlerinde siyasetçinin seçilmişliğini ileri sürerek siyasetçinin üstünlüğünü ileri sü­renlerle, ordu güvenilirliğini, hükümet otoritesinin üzerinde görmek isteyenler bu okuma parçasını okuduktan sonra bi­raz daha düşünceleri üzerinde tashihata meylederler diye ummak istiyorum.
Bu münasebetle kitabın yazarı Ali Şeydi Bey'in mukaddi­mesine dâir kanaat-ı fikriyemi muhafazayla beraber buraya dere etmeyide uygunbuldum. M. H.

Mukaddime


Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu iddia edenler hikmet-i tarihiyenin bir faslına büyük isabetle vukuf sahibi olan kişi­lerdir. Esasında bu uçsuz bucaksız kâinatı işgal eden yıldızla­rın ve cisimlerin hiç biri-mutlakiyet itibanyia-diğerinin aynı olmadığı halde, harekât, teşkilat, tekamülat açısından birbir­lerine benzemeleri pek çoktur. Hattâ şu zemin üzerinde yaşa-makda olan ve birbuçuk milyar nüfusa varan insanoğlunun, parçaları dahi, meselâ yüzü, eğilimleri, ahlâki yapısı o dere­ce ihtilaf doludurki, nerdeyse dünyada ne kadar insan varsa, o kadar çeşitçehre yâni surat, o kadar bol çeşit ahlâk vardır denilebilir. Bu; insanın parçalarından, yüksek cisimlere kadar bütün âlemleri idare eden idarecinin tabiyesinin, tesir edici maddiyesi neticesi olarak biribirine benzer şekilde tekrarlan­dığı görüldüğü gibi durum ve insanların sosyal safhaları ara­sında arada sırada aynı tekrarlamalarında olduğunu kimse inkâr edemez. Yıldızlar semada dönüşlerini tamamladıkları sırada, nasıl her seferinde devrini belli bir noktadan geçerek yapıyorsa, insanlarında mahrek vukuatları ve tekemmüiatı üzerindeki seyir ve hareketleri esnasında ara ara birbirine karşı ve uygun noktalardan geçtiklerini tarih kendine has olan apaçık ve de dürüstçe bir lisanla bize hatırlatıyor. Mese­lâ tarih, peygamberlerin bazılarından özetle <Hz. Muham-med, Hz. Musa ve Hz. İbrahim> ortaya çıkışlarını, macerala­rını vede yaymakta oldukları din hakkındaki, cihadları ve mücadeleleri, çektikleri zahmet ve yapmaya mecbur olduk­ları hicret, esnasında, büyük büyük münasebetler, benzerlikler olduğunu, Roma hükümetinin kurulması ile, Osmanlı im­paratorluğunun kurulması ve Osmanlı ve İspanya ihtilâl ve inkıiâbları arasında dahi epeyice mühim problemler ve ayrı­lıklar bulunduğunu izaha hacet görülemez. Tarihde bunlara dair o kadar garib ve çok denecek misallere rast gelinir ki: insanın bunları tesadüfden ziyade tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bir hakikat şeklinde kabul edeceği, adeta her va­kanın bir benzeri, bir eşi olacağına İnanası gelir Biz bu haki­kate diğer milletlerin tarihinden şahid ve misalgetirmeyip, yalnız kendi tarihimizin en önemli kısmına dair vebir asrı fa­sıla ile husule gelen iki vakanın, ilk ve ikinci irtica ve birbirle­ri ile olan münasebeti ve benzerliğini, izaha ve beyana baş­vurmakla iktifa edeceğiz. Emirgân: İKânun-u evvel ara-hk/1326/1910 rumi Ali Şeydi

Giriş


Devletimiz için; tarihi dönemeç sayılacak bir kaç tane hu-susen belirtilmesi icab eden günler vardirki, onları asla unut­mamalıyız. Evvelâ, kuruluş ve istiklâliyet açısından h. 698/m, 1299 yâni; Osmanlı devletinin tarih sahnesine çıkışı. Sosyal hayatımızın muntazam bir hükümet şeklini alması iti­barıyla 727/1327 Rumeli yakasını elimize geçirmemizden dolayı 758/1357 ve Bizansınyâni doğu Roma imparatorluğu­nu ortadan kaldırışımız hasebiyle 857/1453. İlk irtica hare­keti sayılan 1222/1807 Avrupa usûlüne benzer idari ve as­keri tarzı kabulümüze göre, 1241/1826 Osmanlıların hukuk­larında, hür ve eşit olmalarının kanun altına almak hususuy-la, 1255/1839 İlk kanun-i esasi, yâni birinci anayasanın ilânı vesilesiyle 1293/1876. Hakiki meşrutiyetin kurulması hisle­riyle lö/temmuz/1324/1908 ve 10 ve 14 nisan/1325/1909 tarihleridir.
Hakikaten devlet-i Osmaniye 698/1299'da istiklâlini ilân eylemişse de, tesiri olduğu sahanın küçüklüğü hükümet et­menin yeteri sayılmazdı. Ayrıca hükümet edebilmek için lâ­zım gelen kanunlara ve nizamlara sahip olmaması, maliye teşkilatının kurulmamış olmasıyla birlikte muntazam bir as­kerlik disiplini vücuda getirememesi, hükümetten ziyade şe­kil olarak bir imareti andırıyor, bu imarette bir istiklâliyete gi­dişe benzemekteydi.
726/1326 senesinin hemen başlarında, tesis olunan devlet binası, Osman Gazi'nin cihad içinde geçirdiği ömrünü, can vermeye hazırlanmak için başım dayadığı yastıkta, ikinci oğ­lu Sultan Orhan Gazi'de askeri kuvvetlen ile Bursa şehri üze­rinde kılıcına ram edeceği insanlarla savaşmaktaydı. Bu sı­rada rahmet-i rahmana kavuşan pederi mükerreminin kabri­ni buraya taşımasını gerçekleştirdiği gibi, devletinin başşehri olarak da yine Bursa olmasını gerçekleştirmişti. Orhan Ga­zi'nin cenk ve cidale meyilli olması hasebi ile, fetihler yapa­bilmek gayesiyle savaşlara giderken, vezirlikte hizmet ver­meyi, saltanatta olmaya tercih eden büyük ağabeyi olan, ay­nı zamanın da ulema-i kiramından olan Alaaddin paşa'yida kanun ve nizam yapması hususunda seiahiyetli kılmıştı. Bu memuriyet ve selahiyetin neticesi olarak: <İstiklâlin ilânı sa-yılabilen tuğralı-Orhan Gazi namına para basılıp, komutanla­ra, memurlara, askeri sınıfa ayrı ayrı elbiseler tayin vede tah­sis olundu. Herşeyden çok askeri düzenlemeler ve ıslaha bü­yük gayretler gösterildi. Muntazam adı altında asker tertibine işaret olunduki: yeniçeriler bu askerden ibaret idi. İşte bu as­ker idiki, bir buçuk asır içinde Bingöl dağlarındanSen Gotard akarsularına, Kafkas dağlarının eteklerinden, Şattularab'a kadar olan geniş toprakları eline geçirmiş, işte bu askerin pi­yadeleri İdiki, Tebriz sahralarında ışıklar saçan yatağanlarıyla İran dünyasının gözünü kamaştırmış, işte bu askerin süvarisi idiki; Macaristan] baştanbaşa ezipde geçerek zaferyabolmuş, işte bu askerin topçusu idi ki, Viyana surlarını mermisine he­def seçmişti. Osmanlıların istilasına muvaffak oldukları hav­za bir-iki asrın içinde sahibini bulmuştu. Romalıların ancak oniki asırdaki çalışmanın semeresini almış oldukları bu top­raklar, Osmanlılar eline, bu kadar kısa sayılacak zaman dili­minde ele geçmesi, yeniçerilerin itaat ve intizamlarının saye­sinde mümkün olmuştu. Öyle bir intizam ki; tarihin red edile­mez şahadeti olmasa mübalağaya hamledilebilecek. Öyle bir sıkı nizam ki; insan o devrin alameti cezaiye ve vesikalarını tetkik etmese bunları asla hakikat olarak kabul etmez.
Bizzat padişahlar, en şedit, en kaide tanımaz yaradılışlı, padişahlar bile bu intizamı ihlâl edemiyorlardı. Evet; ocağa olan bağlılığın derecesini anlamalı ki, padişahın bizzat kendi­sinin birinci bölük yoldaşlarından olması hasebiyle ulufe çık­tıkça, yeniçeri ağalarına mahsus elbise ve işaretlen takına­rak adı geçen bölüğün kışlasına gelerek ulufesinin alımını yaptıktan sonra saraya dönerlerdi. Yine tarih zabıtlarında yeri muhafaza altındadırki; Bin tarihine kadar yalnız iş gören kimseden hariç kimse alınmazdı. Hâttâ Mısır seferine gidilir iken, hazine adına bir tüccardan para borç olarak alınmışsa da, bu tüccarın Yavuz Sultan Selim'e, verdiği bir arzuhalde oğlunun hizmet-i askeriyede istihdamını kabul ettiği takdirde vermiş olduğu borç parayı katiyyen talebe başvurmayacağı­nı beyan etmesi üzerine, Yavuz Selim: -Para ile asker yazıl­maz. Nizam-i kadim bozulmaz. Bu adamın parasını iade edin, diye irade buyurmuştur.
Kaanuni Sultan Süleyman han Macaristanda bulunan Zi-getvar seferine gittiğinde, binek hayvanının gemi kırıldığın-da-bir yeniçerinin gizlice tamir ettiğini haber alınca-ocağa esnaf karışdığından müteessir olarak-subayları azarlamış, askerin ise tekaüd edilmesini emre karar kılmıştır. Ne faideki; sonraları bu itina ve ihtimam gittikçe azalmıştı bunun ne­ticesi de, ocağın intizamını muhafaza eyleyememiş, sonunda ikide birde yerden kaldırılan kazanın devrilmesiyle ocağın büsbütün söndüğü görülmüştür.
Tarihçiler şu intizam ve kanunun çökmesine 990/1582 ta­rihini başlangıç addederler. Şu olaya göredir ki; Sultan 3. Murad'ın bir kaç şehzadesinin yapılan sünet merasiminde bulunan canbaz ve hokkabazlar ile perendebaz gibi şahısla­rın gösterileri padişahı pek memnun etmiş ve kendilerine ne isterlerse yapılacağı istikametinde sözler söylenmiştir. İçle­rinden bazıları yeniçeri ocağına asker olma arzusunu ileri sürmüşler, bir çok olay neticesinde istekleri maalesef yerine getirilmişti. Böylece de Kaanuni'nin ve Yavuz'un isteklerine, aykırı hâl maku! hâle gelmiş oluyordu. Böylece bu tarihden sonra, bu kötü misale imtisalen askerliğe, askerlik şan ve şe­refiyle münasebeti olmayanların ocağa alınmasına ve bu su­retle yeniçerilerin ismet-i ahlakiyesi ve kıymet-i askeriyeleri­ne halel gelerek, sonunda ise bu hâller ocağın bir eşkiya, bir zorba ocağı şeklini almasinasebeb olmuştu. Hele;l 150/1737 tarihinden sonra yapılan savaşlarda, bilhassa uzun süren muharebelerde subayların emrini dinlemez, git denilen yere gitmez, dur denen yerde, durmaz, gönlü istediğinde harpala-nını terk edip, İstanbul'a kadar gelir. Hem de ordunun mü­himmat ve levazımını bile yağma ederek yanında götürür bir hâle gelmişler idi. Ocak zorbalarının bu sergilediği hâl karşı­sında devletin aklına bu hazin gidişe bir çare arama geldiğin­de tecrübe sahipleri birleşmiş gibi aynı hususa lüzum gör­düklerini beyan etme vaziyetindeydijer.
Hatta; Sultan 3. Ahmed zamanında bu meselenin konuşul­ması gündeme getirildiysede, ocaklının şımarıklığı, ahalinin cehaleti, bu hakikati takdir edenlerin azlığı, iç ve dış mesele­nin çokluğu bir takım kararlar alınmasına engel olmuştu ve b'lhassa şan ve şeref-i askeriyemizi büsbütün gözden dü­şüren neticesinde 1188/1774 Kaynarca barışını imzalama­mızın sebebini gerektiren büyük mağlubiyetin üzerine, oca-a\r\ varlığına son vermek hususunda kesin tavsiyeler bir çok verden gelmeğe başlamışsada, 1. Abdülhamid'in mizacı ve kalbinin yumuşakliğıyia bu arzuyu umuminin bir müddet da­ha gecikeceği ortaya çıkıverdi.
1202/1787 seferinde devletin uğradığı büyük hezimet, ar­tık- avrupada olduğu gibi- talimli ve muntazam asker siste­mine geçmedikçe düşmanı yenmek şöyle dursun, varlığımı­zın siyasasınıda bekasını temin edebilmemiz imkân haricinde kalacağını herkese anlatmış, hâttâ bu hakikat yeniçeriler ta­rafından da görülmüştü. Rumeli'de bulunan orduyu hüma­yundan fayda sağlayıcı bir dilekçe başşehre geldi. Şehzadeli­ğinden beri bu mesele ile zihniçareler arayan ve o sıralarda tahta yeni geçmiş olan 3. Selim, avrupa usûlü üzere talimli asker kurulmasına başlanmasını emretti. İşte bu teşebbüs idiki; bir müddet sonra irticai ulâ, yâni 1222-1223/1807-1808 senesi fecii vakaları meydana gelmişti ki şöyle:

İrtica Ve Sebebleri


Sultan 3.. Selim kurmaya çalıştığı yeni usûl nizamı cedîd askerini tabiatıyla yeniçerilerin içinden gönüllü olanların ara­sından seçmişti. Ne varki bunlar tâlime başladıklarının ilk dakikalarından itibaren sıkılmağa başlamış, daha doğrusu bu talim zor gelmiş olduğundan firar yolunu seçmişlerdi. Bütün bunlara rağmen 1205/1790 tarihinde Bostancı ocağına ek olarak Levend çiftliğinde nizamı cedid adı altında bir askeri sınıf daha faaliyete sokuldu. Bunlara tek tip ve aynı renk ta-Şiyan elbiseler giydirildi. Muntazam şekilde tâlim ve terbiye altına alındılar ve yetiştirilmeye başlandılar. Yeni kurulan bu asker sınıfının iaşe ve ibate edilmesiylede donatılması husu­sunda bütçede para olmadığından, sıkıntılarla karşılaşılıyor­du. Çare olarak da; "İrad-ı Cedid" hazinesi adı verilen, bazı gelirlerin vergisinin tahsisi, timar ve mukattaaların bir bölü-mününde bu hazineye alınması, pek kısa zamanda mühim saylılacak miktarda gelir elde edilmiş oldu. Bu gelirlerin sağ­lanmasında, yeni asker yâni nizamı cedid mensubu sayısın­da artış kaydedildi. Selimiye Kışlasının yapımına geçildi. Kışlayı hizmete sokunca nizamı cedid askerinin tâlim ve ter-biyesinede iyi bir ortamda İtina gösterebilme şansfelde edil­miş oldu. Asakir-i Şahane adı ile tanınan ve piyade ile süvari sınıfını teşkil eden bu iki gurup asker o kadar güzel bir düzen ve terbiye içindeydi ki görenlerin kalblerine iftihar hisleri hâkim olmaktaydı. Sokaklarda gezindiklerinde hiç kimseye fena muamelede bulunmayıp, boğazın iki sahili boyunca asayişi muhafazaya dönük olarak devriye gezerler, hâl ve durumun bozulmasına meydan vermezlerdi. Bunların saye­sinde İstanbul'da asayiş tamamiyle emin bir hâl almıştı. Bu arada yapmakta oldukları yürüyüş ve atış tâlimleri göze pek hoş gelmekte olduğu gibi, aklibaşında olanlar da, bu yeni tarz askeri mesleğin kurulmasından memnuniyet duyuyor­lardı.
Lâkin bu yeni askere halkın eğilimini ve teveccühünü art­tırması yeniçerilerin yavaş yavaş kıskançlığa düşmelerine tahrik eylediği gibi, bunların frenk usûlü tâlim yapmalarına, yâni trampet çalarak meş'i askeri yâni resmi geçit yapmala­rına ahalinin içinden bazı herzelerinde itirazlara başvurduğu görülüyordu. Hâttâ nizamı cedid'e "şer'i cedid" yâni şeriatın askeri diyenlerin sayısı daha çoktu. Esasında; dünyanın ne­resinde olursa olsun, yeni bir adet, yenibir usûle garib ve çe­kingen bakmak, onunla uzun zaman anlaşamamak, insanlı­ğın tabiyatının iktizasındandır. Akıllı devlet bunabenzer istirkablara yâni çekememezliklere, nede cahil ahalinin gösterdi-a\ alaycı tavra asla önem vermeyerek, yeni sisteminin, ıslah ve tekâmülü sağlamasını teminden vazgeçmemelidir.
padişah 3. Selim, bu sistemin tutup yerleşmesi için büyük aayret sarfederdi. Günde bir kaç defa nizamı cedid askeri ile alakalı bilgi almadan durmadığı gibi, kumandan ve vezirleri bu yeni askeri sınıfı tutmaları hususunda bıkmadan teşvik ederdi. Gerçi bu askerin mevcud miktarı, bir savaş çıktığında hududların tamamını savunacak sayıya varmış değildi. An­cak devletin başı sıkıştıkça bunlardan istifade ettiği olurdu, özetleyecek olursak; 1213/1798'de apansız Mısır'ı istila ede­rek, oradan da Suriye üzerine yürüyen meşhur Napolyon Bo-napart ve bunun ordusunu Akkâ kalesi önünde kati bir hezi­mete düşürmede ve Napolyonu Mısır hududuna kadar ricata mecbur edenlerin arasında işbu nizamı cedid askeri çok sa­yıda bulunmaktaydı. Böylece nizamı cedid, varlığının gözle görülür faydasını milletin gözleri önüne apaçık sermişti. Bu­na karşılık bazı kimselerin; "Bu asker sayısı lâzım gelen mik-darı aştığını gördüğünüzde yeniçeri ocağının kapanacağını da bilin" tarzındaki sözleri tabiatıyla yeniçerilerin kıskançlıkla beraber kin ve gayzlerinin artışını sağlamaya hizmet etmek­teydi. Hâttâ şöyle bir hikâye anlatılır ki; pek elimdir. "Yeniçe­rilerden birine şakadan: nizamı cedid olurmusun? Diye so­rulduğunda cevabı: Hâşa, moskof olurum! Nizamı cedid ol­mam." dediğini Asım tarihi kaydediyor. Cevded paşanın tari­hinde anlatıldığı üzere: "itleri gelen kimseler ve memurlar arasında yeniçeriyi tercih edenlerin sayısı az değilken, ahali arasında ise rey iki guruba taksim olmuştu. Ancak bu hâl, her mevzuda zorluklar çıkmasına sebeb oldu." Nizamı cedi­din Önceleri ahalinin sevgi ye saygısını kazanması hususu, zaman içinde git gide bu sınıf-ı askeriyenin her geçen gün terakki kaydetmesi, kendi özel menfaatlerine uygun'düşmezkimselerin yönlendirmesiyle bir kısım ahalinin nizamı cedid aleyhine geçmesiyle meydana  gelen durum,   1324/1908 Temmuz'undan o senenin Aralık ayına kadar, halkın sevgisi­ne nâiliyet kazanan ittihad ve terakki cemiyeti hakkında, ba­zı kimselerce ortaya getirilen iftira, isnat ve hücumlarla ten­kitlerin eserine bağlı olarak irtica gününe kadar, İstanbul hal­kının düşüncesi, rey'i, eğilim itibarıyla ikiye bölünmüş olma­sıyla pek büyük benzerlik arzettiğini izaha lüzum görmeyiz. Çünkü naçizane fikrime göre; "Tarih, tekerrürden ibarettir." Ahalinin içine düşmüş olduğu ruh halinden habersiz olan devrin devlet adamları ve memurları bazı hususlarda kaba-hatlıdırlar. Meselâ: İstanbul'da nizamı cedid kurulmasıyla sosyal hayatta birdenbire alafranga usûl ve tarzını benimse­meye gerek yoktu. Dünyada hiç bir vaziyet yokturki; teka­mül kanunlarının hüküm ve tesirlerinden hariç kalıp kurtula-bilsin. Başlanmış bir işin derhal kemâlata ermesini istemek, o işin başarısız kalmasının talebidir. İşte o dönemin ileri ge­lenlerinin ve bilhassa henüz kuruluşu tamamlanmış nizamı cedidin varlığına istinat eden yenilik severler, o devrin müsa­ade edeceği fazla sefahata eğilimi ve eski tarz düşünce sa­hiplerine karşı layık düşmez hakaretlere başvurmaları nede­niyle, tabiatıyla birbirlerine muhalif fi-kirler, arzulardan kay­naklanan bir kat daha çoğalmış gerginlik girmiş oluyordu. Bu ihtilaf dolu bakışlar, bu yanlış hareketler çeşitli hatalarla hastalanmış anlayışlar, daha sonra ortaya çıkacak oian fecii vakaların giriş hareketlerini hazırlıyordu. Halbuki halkda, bil­hassa doğu kavimlerinde gefenek ve göreneklere büyük bir temayül ve istidad mevcud olup, büyüklerin yaptığına, kü­çüklerin özenmeleri tabii olduğundan bütün varlığı ile sefahat alanında yer aldığından İstanbul ahalisinin masarifinde gün­den güne artış oluyor, böylece de, fakirlik o derece artıyor­du. Yine tekrar edelimki; ahali bu fakirlik ve ihtiyacın sebebini de, frenk usûlü ve adetinin ülkemizde tutunabilmesinin uğursuz neticelerinden olmak üzere kabul ve telakki etmek­teydi, Bu sebeble de, hükümet idaresinden memnun kalmı­yor, hatta gayrı memnun bir haldeydi. Bu gün alafranga usûi içinde taklid ve tatbikine muhtaç olduğumuz bazı güzel adet-lerede alakasız ve endişe içinde davranış göstermek hiç şüp­he yokki, cedlerimizden, büyük cedlerimizden demek olan o dönem adamlarının mirasından bize "Atavizm" şekliyle inti­kal eden irsi hastalığın kendisinden başka bir şey değildir. Özetlersek; İstanbul halkı bu hükümetin bu yöndeki şekil ve düşüncesinden şikayetçi olduğu gibi, taşra ahalisi dahi, nizam-ı cedidin idaresini temin için kurulmuş bulunan "İrad-ı Ce­did" hazinesi adına kendilerine konan verginin ağırlığından bahisle şikayetçi olmaktan geri durmazlardı. Kaldı ki; vekil-lerdende her biri, ileri gelen yakınlardan birine bağlı ve daya­nan tamamı birbiriyle benzeş ve birleşmiş olarak Enderuni ve Birunİ, yâni içi ve dışı istilâ eylemiş olduklarından onların ilim ve haberi olmadıkça saltanat tarafına bir şeyin ihtarı ve anlatımı kabil olamaz. Onların rey ve marifeti olmadıkça bir iş so-nuçlanamazdı. Ki; bu vaziyetlerin 2. Abdülhamid devri saltanatıyla-zannedersem-benzerliği meydandadır.
Esasen 3. Selim'in iyiniyet sahibi bir padişah olmasından, yenileşme tarafdarı bulunmasına rağmen, mütereddit bir kimse olduğu da ortadayken, bazı eğilimlerinin hesaba çeki­lir halleri bulunduğunu gösteriyordu. Yakını olanlara ve hiz­metinde bulunanlara pek fazla itimat, emniyet duymaktaydı. Cezalanmayı hak etmişleri af yoluna gitmesi, her duyduğuna inanması gibi temayüllerdi bu eğilimleri. Herneyse gayri memnunların sayısı çoğaldıkça bazı büyük memur ve devlet adamlarının cahil halkı telkinleriyle ifsatları yetişmiyormuş 9'di, başşehirde bulunan Rusya, Fransa ve İngiltere elçileri de bu işlere karışmışlar, onlarda el altından çeşitli rollere soyunmuşlardır. Çünkü; o dönemde ortaya fırlamış olan Napoi-yon Bonapart,  bütün avrupayı çiğnemiş,  açtığı savaşlarda avrupa devlet ve ahalisinin nefretini kazanmıştı. Fransa bu sebebe bağlı olarak bütün avrupada yardımsız kalmıştı. Öte yandan, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini kullanmak niyeti­nin sahibliğini unutmayarak, münasebetlerini geliştirmeye çalışırken, ingilizler ve Ruslar, Fransızlardan önce davrana­rak Osmanlı padişahı ile dostça ilişkiler temin yolunu arıyor-dular. Bunu nasıl yapacaklardı? Bu sorunun cevabı; Osmanlı ülkesinde husul bulacak bir ihtilal sayesinde, padişahı kendi­lerinden istimdadın talepçisİ olacak noktaya çekebilmeleriy­di. Bu da gerek fngilizgerekse Rus elçilerinin galeyan halin­deki İstanbul ahalisini, üfürdükleri dedikodularla heyecanlan­dırmaktı. Meselâ: Nizamı cedid askerinin çoğalmasından sonra yeniçeriliğin kaldırılacağı veyahut bu tatbik olunmağa başlanan usûlün gayrı şer'i olduğunu propoganda ediyorlar­dı. Bütün bunların neticesindendir ki; 1222/1807 senesinde olaylar daha müthiş bir manzaraya dönüşmüştü. Buna da sebeb Rusların bize karşı açmış olduğu savaş yüzünden, İs-tanbulda bulunan yeniçerinin tamamı rumeli kıtasına sevk edilmişti. Kimi erbabı fesat başşehri yeniçerilerden tahliye yoluyla kurtarıp, yerine nizam-ı cedid askerinin yerleştirilme­si hususnda bir başlangıç olduğunu ahaliye duyurmaya ve yaymaya başladılar. Bu söylentilere ilaveten bir kaç Cuma sonra padişahın Cuma selamlığına da nizamı cedid elbiseleri giyerek çıkacağını yaymağa başlayipda peşinden de nizamı cedid askerinin İstanbul'u aniden basıp, muhalifleri katliama tâbi tutacaklarını tumturaklı ifadeler kullanarak etrafa duyur­dular.
Devlet yöneticileri ise; nizamı cedidin itaat ve intizamına, büyük bir güven inanç içinde zevkü safaya dalmış, hazırlan­makta olan ihtilâlden habersiz vakit geçirirlerken, böyle hazirlığın yapılmakta olduğunu bildirenlerede maalesef önem vermemişlerdi. (1324/1909'da 31/mart/vakasında mülga, yâni kaldırılan avcı taburlarının intizam ve sadakatine güve­nerek, hiç bir vukuata ihtimal vermeyenlerin kulakları çınla­sın!) Bilhassa; 3. Selim'in, etrafındakilere aşın bağlılığı neti­cesi olarak, Ataullahefendi gibi yeniliğe kapalı olan bir ada­mı meşihat makamı, yani şeyhülislâm tayin etmesi, sadraza­mın ise, ordunun başında rumelide olmasından dolayı sada­ret kaimmakamhğına Köse Musa paşa gibi müfsid birini ta­yin etmiş olması, ihtilâlin kolaylıkla yapılmasına en büyük yardım olmuştu. Köse Musa paşa denilen ve tarihde adı la­netle anılan kimselerin arasında yer alan, bu rezil düşünce zebunu, genel eğilimi iğfal ve tahrik ettikten başka, bitaraf kimseleri de kendi fikri anlayışına sevk etmekteki mahareti, şeytana yakışır ustalıktaydı.
Eğer bu melunda zerre kadar hâmiyet-i milliye ve vatani­ye bulunsaydı, öyle gaileli bir zamanda meydana gelecek ir­ticaa engel olurdu. Lâkin; ne fâideki, yaradılışında gizli bulu­nan alçaklığı hasebiyle, değil bu oluşumu engellemek, daha çabuk ve gaddarlıkla beraber vücud bulmasını hızlandırmış­tır. Hâttâ bu habis'in ifadesinden olarak, güya padişah 3. Se­lim bir gün bostancıbaşı'ya: "Bostancı efradına nizamı cedid elbisesi giydirebilirmisin?" Şeklinde soru yönelttiğinde, bos-tancıbaşı'da: "emrediniz. Onlara şapka'da giydireyim!" Ce­vabı verdiğine dair, mahalle kahvelerine kadar yayılan böyle­ce ahalinin bu konuşmalar sebebinden padişaha kin ve gay-zının köpürtülmesi sağlanmıştı. Hakikaten sonunda Köse Musa paşa emeline nail oldu. Şöyleki; bu habis, vükelâ top­lantısından çıkardığı bir karara göre Karadenizboğazında muhafız sıfatıyla bulunan yeniçeri yamaklarına nizamı cedid elbisesi giydirmek, ellerine de avrupa yapısı harbilitüfenk vermeyi sağladı. Alınan kararın icabının yerine getirilmesini vazifelilere bildirdi. Ancak, yamaklara da: "padişahın emri ile sîzlere frenk elbisesi giydirilecektir. eğer giyerseniz dinden çı­karsınız! Giymezseniz, nizamı eedid tarafından askerliğinize son verilecek, ya da Öldürüleceksiniz." Şeklinde haberleri ulaştırmıştı. Hakikaten 17/mayıs/1806 pazartesi günü boğaz nâzın İngiliz Mahmud efendi, Rumeli kavağındaki yamakların maaşlarını vermeğeve yamaklara nizamı cedid askeri elbise­si giydirme teşebbüsüne girmeye başladığı anda, ihtilâl ışık­ları parlamaya yüz tutmuştu. (Son irticaın yâni 31/mart/1909 ihtilâlinin çıkış sebebleriden biri de, askere şapka giydirileceği ve bu şapkanın hassa dairesinde var ol­duğunun duyurulması değilmi idi?) Şöyleki:
Yukarıdan beri söylediğimiz gibi, bu ahvalden haberdar ve ihtilâl sebebleri hazırlanmış yamaklar, hemen kışla'nın etra­fında ve koğuşda toplanıp: -Biz yeniçeriyiz! Mizam elbisesi giymeyiz! Diyerek, silahlı isyana karar vererek kaleden dışarı fırlamışlardı. Her ne kadar Macar tabya subayı Halil haseki bunların karşısına çıkıp da, davranışlarının yanlış olduğunu, çünkü nizamı cedid elbisesi giymek gibi ortada dolaştırılan rivayetlerin bir yalandan ibaret olduğunu izah ettiysede, lâf dinlemeyenlere sözün faydası olmadığı gibi, üstelik adamca­ğızı hemen orada paraladılar. Bu vaziyetten ürküp, kayıkla Büyükdere'ye firar eden Mahmudefendiyi de, arkasından ça­la kürek giden bir sandal yardımıyla ele geçirmişler ve par­çalamışlardır. Bütün bu olup bitenler babıâlide duyulunca. devlet yetkilileri toplanmış çoğunlukla katillerin yakalanıp, büyük bir İbret olmak üzere idam olunmalarını beyan etmiş­lerdi. Ancak sadaret kaimmakamı Köse Musa paşa ise; bir kazadır olmuş "Yamaklar yola gelir. Bu işin arkasını bu ka­dar takip etmek iyi netice vermez." diyerek ekseriyetin vardığı karan bozmuştu. Zaten vükela, Musa paşanın oyna­dığı rolün farkında olmadığı gibi yaptıklarını kavrayacak ölçü ve akılın sahihlerinden değildi. Böyle oluncada, işler sükut perdesine sarılmıştı. Hamiyyet timsali padişah 3. Selim ise, sarayında dalkavukları ile sohbetle meşguldü!. Musa paşa mel'unu ilerde kendisine bir zarar gelir diyerek, kendi seçmiş olduğu kimselerden teşkil ettiği bir nasihat heyeti gönder­mişti.
Gönderilen bu heyet, yol kesici, can alıcı gurubun yanına varınca onlara öyle bir nasihat ettiki, cesaretlerini, gayretleri­ni arttırmayı sağlamıştı. İdare-i devletin yapılanları gaflet ile karşılaması vakasından, nasihat için gidenlerin melunane nasihatlanndan ve yaptıkları telkinlerden cesaret alan bu serseri kalabalığı, hemen ertesi salı günü Büyükdere çayırın­da toplanarak, (31/mart vakasıda, sah günü başladı idi. )Ka-bakçı Mustafa çavuşu kendilerine reis, Arnavud Ali, Bay-burdlu Süleyman ve Memiş'i de, reis muavini tâyin ettiler. Gelecekteki her şeye birlikte karar vermeyi kararlaştırarak sözlerini yerine getirme hususunda da, yeminler içtiler. "Ge­rek müslim, gerekse gayri müslim, kim olursa olsun, hiç bir kimsenin can, mal ve ırzına dokunulmayacak, dokunan olur­sa idam olunmasına karar aldılar. Şeyhülislâm kapısından tasdik görmeyen işler taleb olunmayacaktır. Babıâliden yapı­lacak taleblerine evet cevabı gelmedikçe dağılmamak üzere aralarında yeminlere başvurdular. Bunlar cahil dini üzere en'am-ı şerif öpmek, kılıç atlamak gibi davranışlardı. Bir gün sonra yâni çarşanba günü, dört-beşyüz neferden ibaret top­luluk, Büyükdere'den aşağı doğru yürümeğe başladılar. (Bu ilk irticada olduğu gibi, 31/mart vakası esnasında da buna benzer kararlarla Sultanahmed (At meydanında)de toplanıp harekâta geçmişlerdi.
Dunlarında; "şeriat verilmediği takdirde dağılmamak üzere etikleri yemin, Kabakçının adamlarınınkinin aynı gibiydi.mart salı gününün erken sa-atlerinde Taşkışla'dan harekete geçen 4. Avcı taburu askerleride bu sayıdan fazla değildi. Hâttâ İstanbul'da bulunan bazı sefillerin bu isyancı askere katılması mürteci sayısının yekünü çoğalması açısın­dan pek fark etmediği düşünülmelidir.) Deniz sahilinden yü­rüyenlere katılanlar oluyorsada, hemen yukarıda parantez içinde verdiğimiz bilgilere göre, önemsenecek sayıyı bula­madıkları görülür. Bu el-hâinü haif hükmü burada da tecelli ederek, bu hızla Tarabya'dan harekete cesaret edemiyor ve nizamı cedid askerinin saldırısından korkuyorlardı. Evet. O nizamı cedid askeri ki, Napolyon'un muntazam ordularına Suriyede, Mısır'da galebe çalmış, Avusturyanın bütün kuv­vetlerine üstün olduklarını ispat etmişlerdi, bir yerden bir ta­raf dan emir alabilseler ve bunların üzerlerine yürüyebilseler, çil yavrusu gibi asileri dağıtacağına asla şüphe edilemezdi. Ne varki, böyle bir emri o askere verecek adam nerede idi?
Saltanatın sahibi padişah, hariçle irtibatını yok denecek seviyeye getirmiş, sadaret kaimmakamlığında bulunan Köse Musa ise nizamı cedide muhalif olmakla, bunu açığa çıkar­mamışlardandı. Köse Musa paşa, kaimmakam sıfatıyla niza­mı cedid askerine yazdığı bir tezkerede hiç bir yere kımılda-mamalerini emretmişti. Velhasıl Çarşanba günü bir irade-i seniyye çıkaran ve isyancıların dağıtılmasına amir olan hü­küm güya yerine gelsin diyede kaimmakam Musa paşa; 25. ortanın mütevellisi Kapancı Mustafa adlı habis bir nasihatçi gönderdi. Bu habis-i lâin yamaklara adeta nasihat yerine müjdeler verdi. Mizamı cedid aldığı emir üzere yerinden kı-mıldamayacaktır. Haberini böylece vermiş oluyordu. Bu ha­ber artık asilerin cesaretini havalandırdı. Bu herifinen me'şum tarafı "Yamaklar yaptıklarından nadimler. Ancak ni­zamı cedid askeri boğazlarda kaldığı müddet, kendilerini em­niyette hissetmeyeceklerini, bu bakımdan onların yâni niza-m-ı cedidi boğazdan kaldırmanız istirhamlarıdır" şeklinde babıâliye hitaben yazılmış bir tezkere getirmesi oldu. Kaimma­kam Köse Musada yazının kapsamını okuduğunda durumu padişaha arzederek, kendisinden boğazda bulunan nizamı cedid askerînin Levend çiftliği ve Üsküdar'da bulunan Seli­miye kışlasına çekilmelerini emretmekte olan bir bir iradei seniye istihsal etti. İradeyi derhal yürürlüğe koydular.
Bu vakaları zapt ve kaleme alan bazı tarihçilerin ima yo­luyla söylediklerine bakılırsa, bu isyancı güruhu, Sultan Mus­tafa'nın adamları tarafından gizlice teşvik edilip coşturulduk-larıni, her olaydan ve neticesinden adı geçen Sultanın haber­dar olduğunu açıkça anlamak mümkündür. Çünkü; tek arzu-1 lan nizam-ı cedidin boğazdan çekilip gitmeleri olmuş olsay­dı, padişahın verdiği ferman buna kadir olduğuna göre ne­den zaten korkmakta oldukları hallere düşsünler, boğaza dönmeleri gerekirdi. Bunlarsatam tersine her adımlarında çoğala çoğala, Rumelihisar'ına kadar gelmiş ve önlerinde .  yürüyen münadilere: "Ya ibadullah (Allanın kulları) emelimiz, nizamı cedid beliyesini (belasını) kaldırmaktır. Başka niyeti­miz yoktur. Müslüman olan bizimle beraberce gelsin! Bu iş umumun ittifakıyladır. (Bu bağırışların; 31/mart/1325 salı günü divanyolunda, Sultanahmed'de "maksadımız şeriatı al­maktır. Başka arzumuz yoktur. Allahını seven, müslüman olan Atmeydanına gelsin" şeklinde bağırıldığını duyan çok­tur.) Bütün bu misaller işin içinde kuvvetli bir teşkilat ve bunların teşvikinin olduğunu göstermektedir. Bu hezele güru­hu, durmadan yürüyerek gece saat dört sularında Topha­ne'ye varabildiler. Durmadan çektikleri; Hay! Hay! manileriy-le o civar ahalisinin huzurunu askıya aldılar. O devirde asker sınıfları arasında pek intizamı bozulmamış olanlar arasında topçu sınıfı belkide birinci gelmekteydi. Binlerce haşaratın ag*ra çağıra Tophane'ye gelmeleri yüzünden müteessir olan °pçular, bunlara karşı silah kullanmak arzusuna kapılmış ve emir merciinden müsaade talep etmişlerse de hiç bir yerden hiç bir tarafdan böyle bir izin verilmemiştir. Tam tersine, ka-immakam Köse Musa paşadan gelen emirki. işi umumun it­tifakıyla yapıyoruz. Topçular karışmasın şeklindeydi. (Yine 31/mart vakasında bağırtılar arasında Bayezid meydanında toplanıp. Harbiye binasına zorla girmek isteyen irtica erbabı­na haddini bildirmek için, orada bulunan askerede bir şevk-lesilah kullanma arzu ve hevesi gelmiş olduğu halde, talep edilmiş vur! emrinin alınamaması sonucu olarak askerin elle­ri böğründe kalmıştı. 31/mart vakasındaki halle, kabakçı as­kerleri vetophane askerleri arasında geçen vakadaki benzer­lik nekadardailgi çekici!.
öse Musa paşadan gelen emre uyan topçularda çaresiz boyun eğip, kazanlarını kaldırıp, üstelik Kabakçının da adamlarına iltihaka mecbur oldular. (Kabakçı Mustafa'yı pek bilinmekte olan Derviş Vahdeti'ye benzetecek olursak, bu is­yanda vazife almış Arnavud Ali ve Bayburdlu Süleyman Ça-vuşu'da, 2. irtica vakasında yâni, 31/mart olayında büyük rolleri bulunan Hamdi ve Hazım çavuşlara benzetebiliriz.) iş­lerin vardığı neticeleri gören Musa paşa, mühimce toplantılar düzenleyerek müzakerelere sabahın seherinde başlanacağı­nı bildirir davetiyeleri ta geceden vükela ve ileri gelen me­murlar İle ulemaya gönderir. Perşembe sabahı babıâli'de top­lanınca hemen müzakerelere giriştiler. Çeşit çeşit fikirleri oy­layarak vakit geçirdiler. Halbuki o sırada İstanbul'da 13 bin kadar nizamı cedid askeri bulunmaktaydı. Bunlar marifetiyle isyancıları dağıtmak işten bile değildi. Böyle yapılmasını ha­tırlatacak bazı tekliflere karşı "nizam-ı cedid, henüz intizam kazanmış olmadığından, bunlarda o kadar itimat edilecekler­den değildir-Ier. Şayed bunlarda gelip asilere iltihak ederlerse iş daha ziyade vahamet kesbeder." şeklinde cevap vererek bu husustaki görüş ve teklifleri geri çevirmiştir.  Devletin mes'ul vekillerinin böyle boş müzakerelerle vakit geçirerek yaptıkları yanlış İstanbul'un her tarafından, balıkçılar, kayık-r\ hamal ve serseri kafileleri peyder pey gelip isyancılara katılmaya çalışmaktaydılar.
Öte yandan küçük küçük guruplar, İstanbul tarafına geçe­rek, Ayasofya ve Sultanahmed meydanlarına doğru yol alı­yordu artık topluluk büyümeye başlamıştı. Kabakçı Mustafa çavuşun düzenlemesiyle yamakların en azılıları yeniçeri kış­lalarına, kolluklarına oralarda bulunan ocaklılarında at mey­danına gelmelerini istemişlerdi. Vakit öğleyi aştığında, sem­tin sokakları silahlı isyancılarla dolmuştu. Aha-linin artık ge­liş ve gidişi kesilmişti. İşin bu noktaya geldiğini Musa paşa, 3. Selim'e arzedince (31/mart vakasında salı sabahı Hamdi çavuşun düzenlemesiyle 4. avcı taburu mensuplarının kışla­lara karakollara yayılarak masum askerleri Ayasofya meydanına davet ettiklerini hatırlayalım.) Padişah son dere­ce şaşırmış, sarayın kapılarını ve pencerelerini kapattırıp, ni­zam-ı cedid askerini kaldırdığını bildiren bir fermanı babıâli-ye yollamıştır. Şeyhülislâm Ataullah efendi, bu ferman elinde olduğu halde isyancıların toplandığı Atmeydanma gelerek, isyan edenlere hitaben yaptığı konuşmada, elinde irade-i se-niye olduğunu, nizamı cedid askeri usûlünün iptal olunup, bu kararın hemen uygulamaya konuşduğunu müjdeledi. (31/mart/1325 salı günü sabah sekizde yol kesen isyancı askerler affa nail oldukları ve bundan sonra şeriat dairesinde iş görüleceği hakkında tebliğ, olunan irade-i seniyeler üzerine hepsininde havaya doğru silahlarını ateşleyerek "padişahım çok yaşa" duasını tekrar ederek memnuniyet gösterikleri ha­tırlanmalıdır.) Sekbanbaşı tarafından artık; isteklerinin yerine
getirildiğini ifade etmesi münadiler tarafından yüksek sesle r tarafta duyulması sağlanınca, serserilerin bîr çoğu sevinç yerlerine çekilmeğe teşebbüs etmişlerse de, bazı müfsidlerin: -Arkadaşlar! Yoldaşlar, işler henüz tamamiyle yoluna girmiş değil, dağılmayın. Sözleri yükseldi.
Bu bağırışmaların sonunda isyancılar yerlerinde kalakaldı­lar. Bu yerinde durma, isyanda musir olma temin edildikten sonra, Köse Musa paşanın gizlice düzenlediği ve yine gizlice Kabakçı Mustafa'ya gönderilen liste ortaya çıktı. Listede ad­lan geçen onbir kişinin Ölü veya diri olarak kendilerine teslim edilmesini taleb eder oldular. (2. irtica denilende de, bazı fe­sat kimselerin cebinde İttihat ve terakki cemiyetine mensup olan zatların adlarıyla ikametgah adreslerini gösteren defter­lerin bulunduğu ve bunların öğretmesi ve göstermesi hase­biyle de bazı serserilerin sokak sokak, mahalle mahalle dağı­larak, evlerin kapılarına istavroz şeklinde işaretler koydukları kesindir.) Şöyle veya böyle teslimi istenen onbir kişinin isim­leri şunlardı: Devlet müsteşarı ibrahim Nesirni ef. , Bahriye nâzın Hacı İbrahim ef. , Rikab-ı hümayun kethüdası Memiş ef. , Reisülküttap vekili Ahmed ef. , Varidatı Cedid defterdarı Ahmed bey, Darphane amiri Ebu Bekir ef. , Valide kethüdası Yusuf ağa, Enderunu hümayun ricalinden sır kâtibi Ahmed ef. , Mabeynci Ahmed bey, Bostancıbaşı Şâkir bey. , müder­rislerden Lutfullah ef. , lerdi. (Yine bu 31/mart/irticası ola­yında; sadrazamı, meclis-i mebusan reisini, istemeyiz, şunu bunu istemeyiz. Diye nasıl taleplerde bulunmaları, bazılarına da suikast düzenlemeleri, af olunduktan sonra da, yine dağıl-mayarak, şunun bunun kanını, dökmiye cüret etmeleriniKa-bakçı ve arkadaşlarının irticai harekâtına ne kadar çok ben­zemektedir.) Yapılan talebin hemen gayri meşru bulunup ye­rine getirilmesinde görülen tehirden azgınlaşan bu reziller topluluğu, Atmeydanından Atmeydamna geçerek, çeşitli şe­kilde velvele ve şamataya başladılar. Padişah 3. Selim, yu­muşak kalbli affı seven, karışıklıklardan hiç hoşlanmayan, rahata düşkün biri olduğundan, her birini evlâdı kadar sevdiqini bildiaimiz, yukarıda adlarını yazdığımız istenenleri üzün­tüler içinde verilmeye müsaade etti. Bunların bazıları eşkiya-ya teslim edildiğinden sopa, kama, kılıç ile diğer bir bölümü­me saklanmış oldukları yerlerde tabanca, tüfenk daha başka silahlarla öldürüldüler. Bir başka kısmıda firarda başarılı ol­duğundan peşlerine adam koşturmuşlardı. Bu adamlara ka­çanları yakaladıkları takdirde beşerbin kuruş verileceği va-adolunmuştu.
Ne yazıkki 3. Selim; bu kadar metanetsiz olmayaydı, hatta bazı adamlarını derhal nizam-ı cedid askerinin başına tayin etseydi görülecek şuydu ki; bu hezele güruhu üzerine yürü­nünce iki saat içinde netice alınacak, serseriler helak edilmiş olunacaktı. Nizamı cedid'e, yeniçeri ve halk arasında o ka­dar değişik bir anlayış vardıki, bunu anlamak için Ahmed Cevded paşanın tarihindeki şu fıkraya bakmak yeterli sayılır: "Ne zaman nizamı cedidin lağv edildiği haberi zuhur etti, Levend çiftliği ve Üsküdar Selimiye kışlasındaki asker dağıl­mış, her biri bir tarafa gitmiş isede, isyancılar bu nizamı ce­didin yüreklerine düşürdüğü korkudan kurtulamamış olduk­larından, İbrahim kethüda, adı onbir kişilik listede yer alan İbrahim Nesimi efendi olup, ite kaka Atmeydamna götürülür­ken, nizam-ı cedid askeri meydanı bastı diye sözler ortalığa düşünce yeniçerilerde olsun, yamaklarda olsunbüyük bir korku ve telâş eseri müşahede olundu. Hatta kimileri mey­danın bir kenarına çekilmeyi tercih edereken, yeniçeri aske­rinden bazıları da meydanın çıkış kapısından geçip kışlaları­na gitmeği yeğlemiştir.
Buna bağlı olarak da meydanda, kendi kendine meydana gelen bir karışıklık çıkmıştı. Seyre gelenlerde de, bir. şeyler satarak geçimini sağlamaya çalışanlarda da garib bir sus­kunluk kendini gösterdi. İşin aslının İbrahim kethüdayıgetir-mekte o'anların çıkardığı gürültü ve patırdı olduğu anlaşıldığında, ağalar sopa zoru ile dağılanları yeniden toplamaya muvaffak oldular. 1 7/MAYIS/1222/1807 Velhasıl padişahın metin olamaması; sadaret kaimmakamı ve şeyhülislâmın hâmiyyetsizliği, diğer ricalin tedbirsizliği yüzünden bu mer­haleye gelen irtica vaziyeti her dakika inkişaf ederek, sonun­da 3. bir hatt-i hümayun İle nizamı cedidin kesin kaldırılması intaç etti. Verilmesini taleb ettiklerinin bulundukları yeri bi­lenlerden teslimi kabul edildikten sonra, artık dağılmak için ne beklendiği soruldu: Padişahın gösterdiği zaafın gereğin­den olmak üzere irtica erbabıda "İrad-ı cedid hazine-sinin"de feshini taleb eylediler. Bu arzularıda yerine getiririldi. Lâkin ihtilâl devam etmekteydi. Çünkü bu karışıklıkları çıkaranların maksadı ne nizamı cedid'in nede irad-ı cedid hazi-nesinin kaldırılmasıydı. Ne de, beş-on kişinin kellesini almakidi. Bunlar ancak alet olabilecek olanlara, cahilleri kandırmaya matuf "nizam-ı cedid şer'e mugayirdir. Irad-ı cedid hazinesi, şuna buna yedirmek için kurulmuştur" şeklinde ileri sürül­müş vesile ve bahanelerdir.
Yoksa; esas maksadı Musa paşanın müntesibi olduğu Sui-tan Mustafa'y1 karışıklıktan faydalanarak taht-i Osmaniye çı­karmaktı. (31/mart/1325 üzücü vakasında da, olayları tertib edenlerin maksadlan, zaten hüküm ferma olan şeriatı Mu-hammediyeyi istemek değil, 2. Abdülhamid'e, eski tesir ve otoritesini iade etmek ve onun nefret eylediği ittihat ve terak­ki cemiyetine bir darbe vurdurmak için olup, irticaa alet edi­len biçare erler ise, elden giden şeriatın! kurtarılması için is­yan meydanına sevk edilmişlerdi.(Hemen <burada parantez içindeki ifadeler, merhum yazarın 1911 yılında basılan ese­rinin münderecatı içinde olduğu görülür. Bahse konu 31/mart vakası, 14/nisan/1909 yılında vukubulmuştur. O karışık devirde hareketin plânlama ithamı altında bırakılan cennetmekân Abdülhamid hânı, bahusus ittihat ve terakki daha ileri senelerde bu tertibde yer almamıştır ifadesı
    tarih önünde aklamışlardır. Yazar belki de başka bir ve    ile yukarıda parantez içindeki hüküm ifade eden kanaati-i değiştirmiştir umulur. M. H.> İradı cedid hazinesinin lağve­dilmesi hakkındaki arzularının yerine getirilmesi sonunda ar­tık dağılırlar düşüncesine varıldığında ikindiye doğru 4. bir teklif ortaya çıkarıldı.
Buda; 1. Abdülhamid hân'ın iki şehzadesinin, hanedan-ı osmaniyanm yegane varisi olan Sultan 4. Mustafa ve Sultan 2. Mahmud'un hayatlarının temini muhafazası için, kendileri­ne teslim olunmasını istemeleriydi. (Zaten bu taleb kaide-i umumiyedirki, cahil ahali, nerede ve ne zaman devletin za­afını hissederse durmaksızın bazı taleblerde bulunur. Bu taleblerin yerine getirildiğini görüncede şımararak, daha başka taleblerde bulunmaya başlarlar.
Meselâ: 31/mart olayında asiler ilk önce şeriat istediler. Arkasından bazı vekilleri, büyük memurların azlini İstediler. He-men peşindende mektebli subayları istememeğe başla­mışlardı. Ertesi gün ise asker yazarlar; gazetelerde yazılan bendlerde, müslüman kadınların sokağa çıkmamalarını, kahvehanelerden resimlerin kaldırılmasını, hürriyet marşları­nın çahnmamasını istemişlerdi.) 3. Selim hz. leri bu taham­mül edilmez teklife verdiği cevabda kimi isterlerse şehzade muhafızı olarak saraya gönderilmesinemüsaade etti.
Halbuki; Sultan Selim gibi melek yaradılışlı, yüksek fıtrat sahibi bir padişahın, ki kalbininde pek yumuşak olması ve azuundan başka hiç bir kusuru olmayan bu zat, kendisineemanet edilmiş o iki şehzadeyi öldürtmesi asla mevzubahs olamazdı. Hatta Sultan Mustafa'nın ei altından kendisinin yanınde pusular kurdurmasına  rağmen ve bundan haberihalde, şehzade Mustafa'ya karşı davranış ve sevgisinde değişikliğe gitmedi. Böyle olduğunu saray halkıda, beiki tertipleri yapmakta olanlar dahi bilmekteydi. Lâkin ne fayda­ki; Köse Musa paşanın hâin tertibinin neticesi olarak-miletin taiii ve şanı şerefinden başka düşüncesi olma-yan o yüce padişaha karşı böyle tahammülü çok zor tekliflerin yapılması devam edip gidiyordu. Ancak şu teklif, Sultan Selimin üze­rinde soğuk duş te'siri yaptı. Buna üzüntüsünü beyan ederek babıâliye yolladığı hattı hümayunun bir yerinde şöyle diyor­du" Benim zürriyetim olmadığından her iki şehzade evlâdım ve nûr-u aynim'dır. Allah korusun onlara suikasd iie hane-dan-ı Osmaniyanın inkırazına sebeb olmayı hatır ve haya­limden geçirmem. Cenab-ı Hakk kendilerine tam bir afiyet ve uzunca bir ömür ihsan buyursun, "mealindeki sözlerle ul-viyyetinin derecesini ortaya koymuştu. Ancak; ne bu sözleri ümmete duyurulmuş, ne de bunun rikkatli davranışından ba-bıâli güzel bir netice çıkarabilmiştir.
îş bu derecelere geldikten sonra, saray halkı dahi edebsiz-liğin son perdesine çıkarak, padişahın huzurunda yapmadık­ları hayasızlık kalmamıştı. Köse Musa paşa ise Rodos'a sü­rülmüş, daha sonrada bu lâin herif Alemdar meselesini mü­teakip idam edildiğinden millet onun hâin suratını görmekten kurtulmuştur. (Böyle vakalarda, hengamelerde isyancılara en çok cüret veren ve gayret bahşedenlerin medrese talebe­leri olduğu tarihin mazbut vesikalanndandır ki; 31/mart/ha~ disesinde dahi ilmiye sınıfının himmet-i ve teşebbüsatı fedâ-kâranesine rağmen, asker kaçağı bazı medrese talebesinin ve bunlara benzemek emeliyle başına bir beyaz bez saran halktan birinin, askerleri cesaretlendirme hususunda gayret güttükleri hâla hatırımızdadır.) Asiler o geceyi de bu şekilde geçirdikten sonra ertesi gün olan, Cuma günü yine Atmey-danında yapılan toplantıda ortaya 5. bir teklif daha çıktı. O da, devlet idaresinin, frenkmeşrep ve sefil kimselerin elinde olduğunu, padişah ise, zevk ve sefahatin dünyasına dalarak milleti unuttuğunu buna bağlı olarak taht'tan indirilip, yerine Sultan 4. Mustafa'nın tahta çıkarılması talebi gelmişti. Zaten bu dağdağanın, bu rezaletlerin maksadı, gayesi buraya gel­meye matuftu.
Bu teklifin ileri sürülmesinden sonra ileri gelenlerden mey­dana gelen bir cemiyet ve teşkilat eşliğinde ikibin asker hi­mayesinde şeyhülislâm Ataullah efendi saraya gönderilip, tahttan indirme ve 4. Mustafa'nın tahta çıkarılması kararı alındı. Ataullah efendi, babıâliye gelip, kaimmakam paşa ve­saire ile müzakere sonunda millet tarafından 3. Selim'in bu günden sonra tahttan indirilmesine yerine Sultan 4. Musta­fa'nın geçmesinin kararlaştırıldığı bir tezkereye yazılarak, Bab'ussaade ağalığına gönderildi. Yazı, Soğukçeşme tarafın­daki kapıdan enderunu hümayuna ulaştırıldı. Yazıyı alan da-russaade ağası tezkereyi sünnet odasında bulunan padişah 3. Selim'in yanına giderek takdim etti. Padişah tezkereye göz atınca; yerinden kalkmış ve "Zâlike takdirülazizülaliym" di­yerek harem dairesine yürüyerek, tahtını tacını 4. Mustafa'ya terk ederken tebrik etme nezaketini de göstererek feragatin köşesine çekilmiştir.
Köse Musa paşa, işin bu yanından haberdar olmadığından Selim inad edip, kapılan açtırmaz ise, lağımcılar vasıtasıy-la kapıların kırılmasını emretmişti. Sarayın kapısı civarına toplanmış bulunan binlerce haşarat ise ne istediklerinden ha­bersiz Sultan Mustafa efendimizi isteriz! Diye feryad ediyor-ardı. Halbuki işten haberdar olan kapıcılar, karşılarındaki ce-'yetı teşkil edenlerin başında şeyhülislâm ve kaimmakamı görünce kapılan açtılar. Gelenler bu kapıdan içeri girerek, Venı padişah 4. Mustafa'nın gelmesini beklemeye başladılar.      stata ise o dakikalarda haremden çıkarak kendisini yenlerle bir araya geldiğinde resmi biat merasimi yerine getirildi. Tabiiki bu işlem rütbeler arasındaki silsilei mera-tip gözetilerek ifa olunmuştu. Biattan sonra herkes işinin ba-şınagitti. 17/may!s/1222-1807 cuma günü işler tamam oldu. Güya işlerin tamamı görülmüş, talebier yerine getirilmişti. Halbuki biçare ahali bilmiyorduki daha hızlı surette, daha iri adımlar ile varta-i izmihlale yâni çoküş'e yuvarlanıyordu. Çünkü tahta çıkan yeni padİşahda milleti bu hali içinde idare edecek kiyasete ve kabiliyete haiz olmadığı gibi vekiller he­yetini de meydana getirenler ise kendi menfaatlerinden baş­ka bir şey düşünemez bir alay hamiyyetsizden, yâni gayret­siz ve haysiyetsiz kimselerden ibaretti.
Bilhassa bu inkılabın meydana gelmesinde en büyük ola­rak ortaya çıkan Kabakçı Mustafa en çok şımarandı. Her ar­zu ettiğini yaptırır. Vakitli vakitsiz padişahın yanına giderek istediği iradeleri taleb eder ve alırdı. Tabii bunlar yeni padişa­hın canını son derece sıkıyordu. Artık kendi duyacağı sesle canının sıkıntısını belli ediyor, Kabakçı'nm yaptığı her ziyaret esnasında kendisine olan iltifatlarını azaltmaya başlamıştı. Ancak göstereceği daha fazla memnuniyetsizliği hesap et­mesini bilen 4. Mustafa, gösterdiği hizmetlerin karşılığı bir mükafat olarak, boğaz nazırlığı görevi ihsan ederek İstan­bul'un bir ucuna göndermişti. Bu Kabakçı Mustafa denen ka­ba ve cahil herifden korkmayan kimse yoktu adeta.
Aşağıda tafsilatını vereceğimiz gibi, Allah'dan Alemdar Mustafa paşanındahimmetleriyie vücudu ortadan kaldırılabil-miştir.

Alemdar Vakası Ve İrticaın Sonu!


İstanbul'da, yeniliğe karşı çıkma hadisesi de denebilen ir­tica olayı husule gelirken, ordularımızda moskof hududunda bulunmakta, ara sıra parlayan çarpışmalarla meşgul olmak-talardı. İşte böyle karışık bir dönemde, devletin kaderi ile oy­nama mânasına gelen İstanbul'daki olaylar, yâni irticai hadi­seler ihtiras ve heveslerin şevkiyle yapmaya cesaret bulanlar tarih karşısında ebediyyen lanetle alınacaklardır. Hududları-mızda bulunan ileri gelen kimseler ve kumandanlar arasında hamiyyet sahibi bazı kimseler mütareke yapılmasının şartla­rından istifade ederek, İstanbuldaki olayların sorumlularını tesbit ederek cezaya uğratmak hâttâ 3. Selim'i tekrar Os­manlı tahtına oturtmak hususunda müzakerelere girişmişler­di. Bu müzakerelerin sonunda herkesin itimadını kazanmış, sağlam ve haysiyet sahibi vede cesur bir zâtın reisliği altında bunu gerçekleştirmeyi kararlaştırmışlardı. Aranan bu haslet­lere hâiz olan zât, Rusçuk'da ikamet eden Tuna Seraskeri unvanlı Alemdar Mustafa paşa olduğunda da İttifak sağlan­mıştı.
Bu kararın alınmasında sadaret eski mektupçusu Tahsin efendi ile Refik, Galib ve Behiç efendiler büyük rol oynamış­lardı. Adlarını saydığımız zevatın teşkil ettiği cemiyetin fer^l sayısı gün geçtikçe genişliyordu. Maksadı yerine getirmeyi başaracak tedbirlerin kararı »alınıyordu. (Bilindiği gibi; İtti-had-ıterakki cemiyeti de son defalarda yine böylece rumeii-nın ücra yerlerinde kurularak, neticeye varmıştır.) Alemdar Mustafa paşa esasında câhil bir zat olmasına rağmen fevka-a  e zeki, hamiyyetli, sağlam düşünceye sahip, rumeli aske­rinin üzerinde büyük bir nüfuzu vardı. Bu zata müracaat ka-ran a!an heyetin isabet ettiği ortadadır.

Alemdar Mustafa Paşa'nın Biyografisi


Alemdar Mustafa paşa Rusçuk'da doğmuştur. Kamus'ülâ-lam'a göre Arnavud ırkına mensupdur. Gençliğini av peşinde geçirmiştir ve Sultan 3. Mustafa devrinde Ruslara karşı açı­lan seferde yanında bir miktar asker olduğu halde katılmış ve elinde taşıdığı bir bayrak münasebetiyle "Bayrakdar veya Alemdar" denerek anmak adet olmuştur. Bir ara meşhur Pasbanoğlu'nun isyanında Rusçuk ayanı Tirsinklizâde'ye yardımcı olduğundan, Tirsinkli'ninde tavsiyesi ile kapıcıbaşı-lik payesi verilerek Hezargrad âyanliğına daha sonrada Rus­çuk âyanlığına tayin olunmuştur. Alemdar'in çok geniş bir arazinin sahibi durumunda olmasından kaynaklanan zengin­liği ve buna bağlı olarakda az rastlanacak tarzdaki cömertliği kendisine pek çok hayran ve minnet duyan kimseler kazan­dırmıştı. Bektaşiliğe mensubiyeti münasebeti ile yeniçeri ocağına karşı büyük muhabbeti vardı.
Hâttâ 3. Selim'in nizamı cedid askerinin kurulmasına ait çalışmalara muttali olduğunda bir hayli üzüldüğü görülmüş­tü. Yalnız realistçe bir anlayışa sahip olması hasebiyle Rus savaşında yeniçerinin gösterdiği cebanet, korkaklık ve firar­lar, Alemdar'daki bunlara karşı olan muhabbettini yaraladığı gibi tam tersine yeniçerilere kızgınlık duymasını getirmişti. Alemdar Mustafa paşa; Ruslarla yapılan savaşlarda Tuna or­dusu kumandanı sıfatıyla bulunmuş, gösterdiği başarılardan mütevellit her tarafta ün kazanmıştı. 1221/1806'da kendisini vezirlik rütbesi ile beraber padişah tarafından kendisine da­vul, hilât ve sancak mükafat olarak gönderilmişti. Alemdar paşanın 3. Selim'e karşı pek büyük sevgisi vardı. 1222/1807 mayısının 17. günü padişahın tahtan indirildiğini duyduğun­da, üzüntüsünün büyüklüğü, bu olaya sebeb olanlardan intikam alma azmine dahi getirmişti. Yukarıda adını verdiğimiz kişiler kurdukları cemiyetin başkanlığına böyle bir dönemin­de Alemdar paşayı getirmişlerdi. Şimdi burada Alemdar Mustafa paşanın biyografisini dondurup tarihi gelişime temas etmeye devam edelim:
Efendim; Alemdar'ı gizli cemiyetlerine reis seçen zevatın enbüyük taktik başarısı, her biri ordunun çeşitli kademelerin­de de kendilerine bir vazife bulup, bu vazifelere tayine mu­vaffak olmalarıdır. Bu vazifelerde bulunmaları asker ile daha kolayca teması temin edebilmeleridir. Böylece onlan iknaa etmekte başarıyı yakalamalarını elde etmişti. (Eğer, ittihatçı­lara bakarsanız, onlarında askeri güçleri ele geçirmeden ic­raata başlamadığını görürsünüz.) Hakikaten ordu bünyesin­de vazife almış bu zevat, ordunun meselelerini tanzim baha­nesiyle sık sık Rusçuk'a Alemdar Mustafa paşanın yanına gi­derek, harekete geçmesi hususunda tahrike fırsat bulabili­yorlardı. Eninde sonunda bu tahrikler gizli cemiyetin taşıdığı istikamete doğru yol almaya başladı. Günün birinde Alemdar paşanın yanında bulunan onbin kadar seçme askeriyle Edir­ne civarına gelmesi görenlere dehşet verdi. Bu halden şaşkın olan herkes üstüne üstlük, Ruslar ile yapılan mütareke ve yi­yecek sıkıntısının ağır basmasından dolayı, Tuna boylarında­ki askeri kuvvetde Edirne'de boy gösterince şaşırmak, endi­şeye döndü.
Aynı zamanda serdanekrem unvanını hâmil olan sadra­zam, Alemdar Mustafa paşanın Edirne'ye gelişinden ürkerek, mütareke zamanının dolduğunu, hudud boylarında asker ^almadığını bu sebebile Tuna havalisine gitmesini açıkça söylediyse de, Alemdar'm metaneti ve aradaki kimselerin iş­leri ustalıkla idare etmeleri, zaman içinde sadrazamında an­layışında değişim husule getirdi. Aiemdar paşa, sadrazamın da itimadını celbetmişti. Böylecede sefer yapma müzakeresi  başlamış oluyordu. Hâttâ Alemdar paşa'nin müşavir ve müs­teşarı oları Refik ve Behiç efendiler, serdar-ı ekrerni orduyu tanzim için İstanbul'a bile gitmeye ikna etmişlerdi. Fakat sal­tanat merkezinden sorulacak olursa, ordunun başında bulun­masından istifade ile padişahı istedikleri gibi kullanan vekil­lerin buna onay vermeyeceklerini serdar-ı ekreme inandır­mışlardı. Alemdar ise; "madem ordu İstanbul'a gidiyor. Ben­de onlarla giderek padişahın gözlerini göreyim" şeklinde ar­zusunu dile getirince, sadrazam bunu uygun buldu. Bu vazi­yet karşısında ordunun harekâtı gizlice kararlaştırılıp; beş günde İstanbul'a varılma üzerine plân yapıldı, merhaleler tesbit olundu. Ordunun harekâtı tabiiki ahaiiden de gizlendi. Yoksa harekete geçilir geçilmez, huzuru padişahiye ve sada­ret kaimmakamhğına gizlice malumat verildi. Bu haber ver­me işi de, haseki ağa İstanbul'a gönderilerek yapılmıştı. Or­dunun Edirne'de kalmasının, masraf bakımından tahammül edilmez raddeye varacağı için Edirne'ye dönmesinin kabii olmadığının gereğinden dolayı irade-i hümayun çıkarılması, vaziyetin ahaliye duyurulmayıp onların heyecanlandırılma-ması için gizliliğe riayet lüzumuda bildirilmişti. İstanbui hazi­ne vekili Nezir ağa orduyu karşılamak vazifesiyle padişahça gönderildi.
Cemaziyelevvelin 20. perşenbe günü devlet adamlarının ekserisinin haberi olmadığı halde sabah erkenden Alemdar Mustafa paşa; serdarı ekrem ile Çarhacı Ali ve Behram paşa­ları önüne katarak İstanbul'a ulaşmak üzere yola çıkmıştı. Alemdar kendi askerinden küçük bir birliği yanına almıştı, is­tanbul'da istediği havayı estirmeye muvaffak olan eşkiya re­isi Kabakçı Mustafa, 3. Selîm'i tahttan indirme vakasından butarafa nail olduğu Boğaz Nazırlığı vazifesinde bulunmak­taydı. Kabakçı Mustafa mutlaka yok edilip, eşkiya başsız kalmalıydı. Alemdar paşa bu vazifeyi Pınarhisar ayanı  Hacı Ali aqa'ya vermişti. Ordunun Çorlu'ya geldiği sırada hakika­ten kendine verilmiş vazifenin şuurunda olan Ali ağa işi aşa-qıda naklettiğimiz şekilde bitirmiştir. Kabakçı Mustafa; boğaz nazırlığı makamı olan Rumelifeneri'nde ikamet etmekteydi. Ali ağa sabahın çok erken saatlerinde buraya gelmiş ve çok Önemli bir emir tebliğ edeceğini bildirmiş idi.
Kabakçı'nın ikametgâhına girmiş ve oradan harem daire­sine geçerek, gürültü çıkarmadan Kabakçı'nın kafasını kesi-vermişti. Bu hal İstanbul'dan işidildiğinde herkes hayret etti. Yapılan tahkikattanda bir sonuç çıkmadı. Ancak iki gün son­ra Edirneden gelmekte olan ordu, Çırpıcı çayırında boy gös­terince vaziyetin ortaya çıktığı görüldü. Ali ağa, Kabakçı'nın. kellesi yanında olduğu halde orduya geri dönmüştü.
Ordunun harekâtının 3. günü vaziyet İstanbul'da iyice du­yuldu. Alemdar'in orduyla beraber gelmiş olması haberi her­kesi telaşa düşürdü. Devlet adamları ve hçyet-i vükelâ bir toplantıyı elzem buldu. Müzakereler ne için ve ne maksat ile gelinmiş olduğunu tahmine matuf oldu. Neticede, bilfiil gel­miş bulunan or-duyu karşılamaktan başka çare kalmadığına karar verdiler. Ertesi sah günü başında şeyhülislâm olduğu halde bir çok devlet adamı ile birlikte ordunun bulunduğu yere gidip hoş geldiniz. Dediler. Tekrar İstanbul'a döndüler. (Bilindiği gibi seneler geçtikten sonra Hareket Ordusunu da aynı istikamete gidip karşılayanlar olmuştu.) Hâttâ ertesi gun Sultan 4. Mustafa dahi sancağı şerifi karşılama arzusuy­la İncirli Çiftliği ile Davutpaşa arasındaki bölgeye kadar gide­rek, ordu ile birlikte Davutpaşa kasrına gelmiş ve orada bir saat kadar istirahat ettikten sonra, herkesle birlikte İstanbul'a dönmüştü.
Alemdar Mustafa paşanın askerleri müstakil olarak Çırpı-cıÇayır;nda kalmışlardı ki, bu hâl ahalinin kalbinde müthiş bir korkuya sebeb oldu. En azılı yamaklar bile kuzu gibi ol­dular. Çünkü;AIemdar'ın böyle seçme askerle İstanbul'a gel­mesinin mutlaka mühim bir sebeb taşıdığına bütün vicdanlar inanıyordu. Alemdar'ın düzenlemesiyle hemen ertesi gün olan cemaziyelevvel ayının 27. gününe rastlayan perşenbe günü, teşvikçilerin başı şeyhülislâm Ataullah efendi azl edil­diği gibi, irticada eli olan bir çok kimsede muhtelif mahallere sürgün edildiler. Alemdar Mustafa paşanın sık sık saraya gi­rip çıkması ve İstanbul'un asayişine bağlı bazı tedbirler al­maya kalkışması, başka birdeyimle İstanbul'da bir çeşit örfi idare hüküm sürmesi, Alemdar paşanın önemini günden gü­ne arttırmaktaydı. Sadrazam Çelebi Mustafa paşanın hiç bir tesiri ve hükmü kalmadığı gibi, Alemdar Mustafa paşa tara­fından, önemli işlere dair alınan tedbirlerden sadrazamın ha­beri bile olmuyordu.
Devletin önemli makamlarında bulunan ve irticai olaylar esnasında husule gelen hareketlerde eli ve rolü bulunan kim­selerin, Alemdar paşanın tesiriyle birer ikişer sürgüne gönde­rilmeleri, azil olunmalar! devam ettikçe, Sultan Mustafa'da vaziyetten ürkmeğe başlamıştı. Bunun çaresini bir kaç defa aracıların vasıtasıyla paşa artık vazifesi başına gitsin şeklin­de haberler yollamakla denemişti. Ne varki;4. Mustafa'nın bu yola başlamış olması, Alemdar paşanın yapacağı İşin öne alınması neticesini getirdi. Bu arada gelen bir haberde, sad­razam Çelebi Mustafa paşa yamakları ve ocaklıları harekete geçirip Alemdar paşa aleyhinde imale etmeye çalıştığı varit oldu. Bu plânlamanın Alemdar paşa üzerindeki tesiri pek bü­yük oldu.
Hemen Çırpıcı çayırında bulunan birliklerinin başına giden paşa, sabahın erken saatinde kalabalık sayılacak bir müfreze ile doğruca babıâli'ye gelip de sadrazamın yanına girdi. Tam bir diktatör haşmetiyle: Bre herif mühr-ü hümayunu ver! dedikten sonra pek dokunaklı sözler edip sonra aldığı mührü Cavuşbaşı Tahsin Efendiye teslim edip, sadrazamı da bir ata bindirip, Çırpıcı Çayırında bulunan kendisine ait askerin ya­nına göndererek enterne etti.
Ortaya çıkanı bir teemmül edersek, karşılaştığımız vaziyet şu olur: Güçlü, muntazam bir orduya sahip olan kumandan, padişahı ürkütür, sadrazamı kendince azleder, muhafaza altı­na alır devlet görevlilerini oraya buraya sürer, buna ne ad ve­rilir sorusu, devlet gemisinin rotasından çıkmış olduğunun cevabıyla karşılaşır. Bu arada ise devlet adamlarından bazı­larını da babıâli'ye davet etmişti.
Babıâli'de vükelâyı toplayan Alemdar paşa, uzun bir iza­hatın gereksiz olduğunu, yalnızca din ve devlete aid bir iş için kendisini takip etmelerini istedi. Alemdar'ın maksadını anlayabilen şeyhülislâm Arabzade Arif molla, önce bir tered­düt göstermişsede, Alemdarın gazab dolu bakışını üzerine teksif etmesini gördüğünde, diğerleri gibi ayak uydurmaktan başka çaresi kalmamıştı. Alemdar paşaya terslik şöyle dur­sun, bir şey söyley.emeyerek peşi sıra takip etmeyi yeğledi­ler. Hep birlikte Topkapı sarayının Ortakapısına geldiler. Alemdar paşa; Darüssade ağası bulunan Mercan ağa'y1 hu­zuruna getirterek "Devletin bütün erkânı burada, ahalide, Sultan Selim'in yeniden tahta çıkarılmasını istediğinden derhal kendisini dışarı çıkarın. Burada biat merasimi yapa­cağız." Dedi. Şeyhülislâm efendiyi de, vaziyeti anlatması için Sultan 4. Mustafa'nın yanına gönderdi. Aradan biraz vakit geçmiştiki şeyhülislam telaş içinde geldi ve 4. Mustafa'nın büyük bir kızgınlıkla kendisini yanından kovduğunu ve kapı-ann kapatılması emrini verdiğini bildirdi. Bütün bunlar sa-ahtanberi sinirden köpürmüş bir halde bulu-nan Alemdar paşayı gazabın son hududuna getirmişti. Artık ağzını her dökülen sözler, padişahlara söylenmemesi gereken kelimeleri ihtiva etmekteydi. Bu arada da, yanında bulunan­lara, kapıyı kırmalarını emretmişti. Sultan Mustafa; vaziyetin aldığı rengi keşfetmiş, kendisinin yaşamasını ve saltanatını devam ettirmeye matuf tek tedbir olan ancak, çok habis bir çareye başvurdu. Şöyleki:
O sırada hanedanı Osmaniye'de kendisinden başka iki er­kek vardı. Bunlar da; eski padişah 3. Selim, bir de daha son­ra padişah olacak olan şehzade Mahmud idi. Bunları öldürt­tüğü takdirde, hanedanın yıkılmaması için ona dokunulma­yacaktı! Böylece hem hayatını hem de saltanatı emniyet altı­na alınmış olacaktı. Bu vaziyet karşısında emrinde olanlara bu hanedamn bahsedilen iki erkek üyesinin katledilmeleri emrini verdi. 3. Selim, bulunduğu kendi dairesinde gayet feci bir şekilde, kılıca karşı, ney'iie karşı koymaya çalışırken al-kanlar içinde bırakılarak, şehid edildi. Kanlar içinde bulundu­ğu halde cesedi bir şilteye konmuş olarak arz odasının önü­ne bırakılmıştı. Talihsiz ve mahlu padişahın beş gün önce ve­fat etmiş olduğu haberini de epeyi mübalağalı bir tarzda aha­liye duyurdular. Aynı dakikalarda da, genç şehzade Mah-mud'un öldürülmesine çalışılmaktaydı.
Bereket versin ki Sultan Mahmudun lalası Anber ağa ile Çevri Kalfa adlı hamiyyet sahibi Gürcü ırkından bir câriye, melunane vazifelerini yapmak isteyen saldırganlara karşı koymaktalardı Şehzadeyi dama çıkarıp saklamaya çalışıyor­lar bir yandan da, saldırıda bulunanlarla çarpışıyorlardı. Fır­latılan hançer ucu, Sultan Mahmud'un kolunda bir yaraya, dama çıkarkende duvara toslayıp alnında küçük bir yara meydana geldi. Sağ salim dama çıkabildi. Çevri kalfa; son anda şehzadeyi yakalamak durumunda bulunanlara elinde bulunan mangalın küllerini savurarak, gözlerini toza bulayıp zaman kazandırmayı becerdi.
Rivayet olunurki; şehzadeye saldıranların arasında bizzat 4 Mustafa'da varmış! Bunun böyle olduğunu belirten Ali Sevdi bey şunu söylemekte: "Kütüphanemde mevcud olup, vazarm adı ve eserin ismi olmayan kitab, maalesef son babı-ali yangınında yanıpda gitti" demektedir. Alemdar Mustafa Paşanın daha önce kırın emrini verdiği kapı kırılınca ilk görü­nen manzara şehidin naşı olmuştu. İlk göreni de Alemdar paşa idi. Şaşkınlığını gideremeyen, gördüklerine inanama­yan bir halle merhum padişahın cesedine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlayan koca adam: "Vah efendim! Ben seni tekrar taht'a çıkarmak için bu kadar uzak mesafelerden gelmiş i-dİm, gözlerim, seni bu halde gördüler ha! Şimdi şu enderun halkını baştan başa kılıçtan geçirerek senin intikamını ala­yım" diye inlemekteydi. Kırksekiz yaşında şehid olan 3. Se-lim'in cesedi Alemdar paşanın kucağında biruh olarak, al-kanlar içindeydi. O sırada ise, inkılap hareketleri içinde piş­miş bir kimse olan ve üzüntü ile infial halinde bir iş görüle­meyeceğinin idrakinde bulunan Ramiz efendi; Alemdar pa­şaya yaklaşıp: "Şimdi ağlamanın sırası değil, tahtın yegane vârisi olan şehzade Mahmud bulunup tahta çıkarılmalı" de­di. İlave etti: "Gecikirsek, korkmak lazım gelirki ona da bir hâl olur." derdemez, Alemdar paşa aklını başına alır.
Derhal Sultan Mahmud'un bulunmasını oradakilere emre­der. Saray imamı Ahmed efendi, genç şehzadenin saray damına çıkmış bulunduğunu haber aldığından, güç bela çık-uğı damdan sultan Mahmud'u indirdi. Alemdar'ın yanına ge­tirerek, "İşte efendim, Sultan Mahmud efendimiz ben biat ediyorum" diye yüksek sesle hitab etmişti. Alemdar Mustafa PaŞa, bilâfütur: "Padişahım! Ben buraya amucanızı taht'a Ç'karmak için geldim. Kör olası gözlerim onu şu vaziyette u|dum.  Seni taht'a çıkarayımda müteselli olayım.  Lâkin
ultan Selim'i bu hale koyan enderun ahalisini kılıçdan geçjrmeme müsaade buyur" Demişti. Henüz yirmiüç yaşında bulunan daha bir iki dakika evvel belkide hayatının en zor ve tehlikeli anlarını yaşayan Sultan Mahmud'un son derece yüksek olan metanetini anlamalıki; ne yerde yatan alkanlara bürünmüş amucasının, cesedinin ürkütücü manzarasından ne de, kükremiş aslan gibi saraya savlet eden, silahına sarıl­mış ve intikam arayan Alemdar paşa ve maiyetinin hâl ve davranışları etrafı velveleye veren feryatlardan zerre kadar bir korku duymayarak, gayet metin ve mekin bir arslan se­siyle: "Paşa; şimdi silahlarını çıkar. Askerini dağıt. Seninle görülecek işlerim var. Hemen Hırka-i saadet dairesine gel. Daha sonra hâinleri ben buldurup, sana teslime bakarım." Demiştir. Genç padişahın, böyle bir tavır ve otoriter davranış­la Alemdar paşanın asabına hâkim olmasını telkin eden emirleri hemen tesirini gösterdi. Alemdar Mustafa paşa sa­kinleşmişti. İlk önce silahlarını çıkardı. Ardından askerin da­ğılmasını emretti. Yalnız sultan Mahmud'un babasının vakti zamanında Alemdar paşaya maddi ve manevi değeri pek yüksek bir hançer hediye etmiş olmasından mütevellit padi-şahdan bunu taşıma müsaadesi taleb etti. Sultan Mahmud bu talebe müsbet cevap verdi. 4. Mustafa ise bu sırada Bağ-dad köşküne çıkmış sofada "ben bu taht'tan inmiş değilim, Mahmud'u kim tahta çıkardı!" şeklindeki sözleri herkes tara­fından duyulduğu gibi, Hırka-i saadet odası içinde bulunan Alemdar tarafından da işidildi. Bu sözler paşa-nın yine çile­den çıkıp pür gazab kesilmesine sebeb oldu. Hırka-i saadet odasından fırladığı gibi, bağırarak.
"Söyletin şu adama beni kıyamete kadar lanetle andıra­cak bir harekete sevketmesin, bucağına çekilsin!" şeklinde haykırdı. Saray imamı Ahmed efendi işin vahametini anlaya­rak, hemen Sultan Mustafa'nın huzuruna çıkarak: "Efendim saltanatta nasibinizin bu kadar olduğu görülüyor, artık birazda istirahat buyrun" diyerek 4. Mustafa'yı harem dairesinegöndermiştir.
Bütün bu gaileler atladıldıktan sonra Hırka-i saadet önüne, Osmanlı tahtı kondu ve resmen biat merasimi başladı. Vekil­ler, komutanlar, alimler, ileri gelen devlet memurları biatlarını yerine getirdiler. İlk biati Alemdar Mustafa paşa yapmıştı. Çünküilk karşılaşmadan sonra Sultan 2. Mahmud, Alemdar Mustafa paşayı hırka-i saadet dairesindeki mükalemesinin akabinde sadaret ile taltif eylemişti. Böylece de, Sultan 2. Mahmud'un ilk veziriazamı Alemdar Mustafa paşa olmuştu. Tabiatıyla ilk biat edende ülkenin iki numaralı adamı olacak­tı. Ne varki; tarihimizde varlığıyla, fedakârhğıyla, metanetiy-le ve fikri aydınlığıyla daima yad olunacak Alemdar Mustafa paşa hatayı burada, vezareti uzma makamını kabullenmesin­de yaptı. Çünkü Alemdar paşa yetişmiş, cesur, fedakâr bir asker, mühimce bir kumandan olarak askeri meziyetlerini her zeminde ispateylemiş bir kimseydi. Lâkin bir milletin, adeta yıkılması mukadder devletin yıkılmasını önleyebilecek kadar mülki idaresine, siyasasına akıl erdirebilecek tecrübe-nin sahibi değildi. Ayrıca kendisinde bir hırs ve tamah olma­dığı herkesçe bilinen hususlardandı. Sadareti kabul etmesi, ne servet-ü saman sahibi olmak nede şan ve şöhret sahibi olmaya matufdu. Sadece milletini ve memleketin ahvalini düzeltecek bir anlayışla üzerine aldığı düşünülmelidir. Fakat, bu vazifeyi alacağına vazifeden uzak kalarak ancak eski tâ­birle nigahban yâni bir gözlemci olarak kalması pek daha isabetli olurdu. Aşağıda yazacağımız ve kendisinin şehidliği-ne sebeb olacak feci vakaya, hep bu hâl İçinden yâni hizmet edebilirim içtihadının yanlışlığını ortaya koymuş olacağız.

Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa


Biatin yapılmasından sonra karışıklığa ve irticaya sebeb olanların bu günkü deyimle mürtecilerin önde gelenleri birer birer eie geçirilip kimi idam edilmekte kimi ise ele geçirme esnasında karşı koyduğundan öldürülmekte idi. Kimileri de; sürgün hapsi boylamak gibi cezalara uğratılıyordu. Bu taviz­siz davranma anlayışı asayişinde kısa zamanda rayına otur­masını sağladı (Hareket ordusu İstanbul'a girdikten sonra aynen böyle olmadımıydı?) Sultan 2. Mahmud, yeniden niza­mı cedid usulünü tatbike koyuldu. Üstelik yalnız İstanbulda değil ülkenin her tarafında uygulamaya soktu. Mutlak surette askeri alanda büyük hamlelerin yapılması icab ettiğini her fırsatta dile getirmeye başladı. Bu arada bir çok askerin meslek ile ilişkilerini kesip, orduyuda tensikata tâbi tuttu. Ne varki; askeri alanda bunlar yapılırken sivil idare ve bilhassa adliye üzerinde hemen hemen hiçbir hususa el atılmadı. En iyimser deyimle yapmaya vakit bulamadılar denebilirki, bu­da ileri sürdüğümüz hususlarda bir şey yapılmamış olduğu manasına gelir. Bütün ölümlülere hâkim olabilecek hususlar­dan sayılan gurur Alemdar Mustafa paşanın da içine işle­mekte vakit kaybetmedi.
Sultan 4. Mustafa'yı tahttan indirip, Sultan 2. Mahmud'u Osmanlı tahtına çıkaran, kendiside sadrazam olan, her dedi­ğinin ikiletmeden yerine getirilmesinden hasıl olan neticeler­den devletin ve bilhassa İstanbul'un huzura kavuşturulması başarısının her devirde bulunan dalkavukların yalana dayalı takdirleri istikameti sağlam olanları dahi şaşırtır. Bozuk isti-kametlileri de safına celbederdi. Alemdar paşa öyle bir anla­yışa sahip haîe gelmiştiki, artık kendisini, biri karşı çıkacak diye bir sıkıntı duymamaktaydı. Alemdar'a göre; artık yeni- hiç bir değeri yok, ahali ise bir fesada kapılacak ce- ve kabiliyete hâiz değildi. Halbuki paşa bu anlayışında ^tüğü gurur illeti yüzünden yanılıyordu. Çünkü; yeni usul-rnemnun kılığıyla kendini yutturan ancak eski usulün amini isteyen ve bunu da temine lâzım gelişmeleri tertip-vecek bol sayıdada gayrı memnunlar vards. Bu zümreye a hil olanlar, her an tutuşacak bir ihtilâl ocağı hazırlamışlar sadece kibrit çakmayı bekliyorlardı. Böyle niyet taşıyanların en çok kullandıkları silah ise, iftira, ülkenin işlerinin kötüledi-ği hususunda yalanların çoğunluğu teşkil ettiği şayialar yay­mak, bazı kimseleri birbirine düşürücü beyanlar uçurmak ol­duğu herkesçe bilinir. Böyle düşünce yapısına bölgelerin ta­nınmış kahramanları da katıldımı, artık iş sadece ahaliyi tah­rik etmeye kalırki, bunlarda yalan haberleri yaymağa çalış­mak ve sık sık toplantılar tertibiyle ihtilâlin sebeb vede esas­ları hazırlanırdı. Artık bütün bunlar olmakta idi. Bazı güngör-müş ve kendisine sevgi besleyen kimseler, memlekette kay­natılmaya hazırlanan kazan hakkında bazı bilgi ve haberler verdiler. Ne varki; kör olası gurur denen şeytan pisliğinin in­sanı aldatıcı tesiri burada da kendini gösterdi. Alemdar paşa­ya ne söylense kaale almıyordu.
Artık itibar ve nüfuzunu artırmak için nizamı cedid askeri­ne eski dönemde yaptığından da fazla alâka ve iltifat göster­meye başlamıştı. Beri yandan bazı ulemâya kaba davranma­sı devlet hazinesinden bir sürü adamın hiç bir haklan olmadı­ğı halde senelerdir almakta olduğu maaşları kesmesi, kona­ğına cariyeleri doldurarak, akşamlan içki içip çalgı çaldırıyor dedikoduları mübalağalı bir şekilde müslüman ahaliye duyu­ruluyordu. Hele birde kalenin içinden ele geçirilişi vardıki, o a Şöyle olmuştu: her ne kadar paşanın adamıymış gibi ge-Ç'nen, gizliden gizliye ihtilâl yapacak kimselere yardımı esir­gemeyen bazı müfsidler irticaın yüksek tabaka arasında yer alan mensupları, harem dairesindeki cariyeleri bile elde ede­rek, Alemdarın şerefine zarar verecek hallerin yapılmasını te­min etmiştiler. Meselâ divanhaneye ve camiye silahsız git­meleri adet olmayan sadrazamların yerine, böyle yerlere si­lahsız giden bir sadrazam çıkmıştı ortaya. Bu sadrazam Alemdar Mustafa paşaydı. Paşanın bu tarz davranışı Rumeli askerinin bile infialine sebebolmuştu. Vaziyet bütün açıklığı ile belirmişti. Ülke değil amma İstanbul'un insanlarının bü­yük bir kısmı Alemdar paşa'nın hasmı kesilmişti.

Başvekilin Şehadeti


1223 senesi ramazanı'nin 26. gecesini 27. güne bağlayan, milâdi tarih ile 1808 yılının 16/kasım çarşamba akşamı, Sul­tan 2. Mahmud'un sadrazamı Alemdar Mustafa paşa, şeyhü­lislâm Arif ef. dinin iftarına davetlidir. Bu davete icabet et­mek üzere babıâlideki sadaret konağından atına binmiş ola­rak yola çıkmıştır. Bir takım adamların divanyolu üzerinde toplandıklarını vede bir takım dikkat çekici davranışlar sergi­lediklerini görür.
Cesaret bakımından pek az kimsede rastlanan hususiyete sahip bu sadrazam, atını bu toplanmış güruhun arasına sür­dü. Maiyeti erkânı da paşa'nın bu fütursuz davranışından al­dıkları cesaretle onlarda atlarını bu kalabalığın üzerine süre­rek, ellerinde bulunan değnek ve kırbaçlan gelişi güzel savu­rarak bir kaç kişiyi muhtelif yerlerinden yaralamış oldular. Bu yaralıları o halleri ile yeniçerilerin devam etmiş oldukları kahvehane bir takım toplanma mahallerine götürerek güya, seyirciymiş rolüne bürünerek yaralıları göstererek yapılanlar­dan şikayete başladılar, "efendim Alemdar gibi bir haydut paşa kendi arzusuyla gelip bir padişahı tahtından indirir. Di­ğerini tahta kondurur." Dedikten sonra yeni padişaha laubalilar gösterdiğinden bahsederek, ahaliyi galeyana getir-calıstılar. Daha önceden hazırlatılmış bir hezele gurubu kendilerinin saray mensubu olduğunu bu hâllerinin istik-I    dönük herşeyden haberdar olmalarını sağladığını hatır-k  konuşmağa başlamışlar ve bayramın hemen ertesin-a    yeniçeri sınıfının tamamen lağv olunacağını, bütün ümmet-i Muhammede frenk elbisesigiydirıleceğini, karşı koyan olursa tecziye edileceklerini yeminlerle takviye ederek beyan ediyorlardı. Bunların sonunda yeniçeriler müthiş bir kızgınlık içinde kışlalarına giderek oradaki arkadaşlarını ve kan dökü­cü silahlarını alarak hep beraber Babıâli'nin önünde toplan­dılar. Harekâtın mensubu bazı kimselerde İstanbul'un her bir semtini dolaşarak "yangın var" nidalarıyla ortalığı velveleye verdiler. Böyle yapmalarının sebebi ise; yangın sözünü du­yan sadrazamı babıâli'den dışarı çıkarıp, uzaktan yapılacak tüfenk ateşiyle vurup öldürmeye dönüktü.

Alemdarın Tesbiti


Alemdar Mustafa paşa;daha işin başından beri yapılması muhtemel vakaları yıllarını savaş alanlarında geçirmiş, nice komitacılarla beraber olmanın verdiği tecrübeyle derhal an­lamıştı bu sebebten de bütün şamataya rağmen yerinden kı-mıldamayıp konağından çıkmadı. O zamanlarda sadarete gelenler bütün aile efradı ile şimdiki İstanbul vilayet binasının bulunduğu mahalde vezir evi denilen kagir bir binada oturur-lardı. Alemdar Musta-fa paşa'da bu kaideye tâbi olarak bah­se konu vezir evinde ikamet etmekteydi. Şehrin bir çok ye vazife almış bulunan nizamı cedid askerinin yardıma °Şacağı inancı içindeydi! öte taraftan ne Levend çiftliğinde ' Üsküdar'daki Selimiye kışlasında bulunan, nizamı cc-askerine işin başındanberi hiç bir şekilde haber verilme-
Başka bir feci hâl şöyle yaşanıyordu: Yeniçeriler hakaret telakki ettikleri davranışlar karşısında kaldıklarını ve bunlara haddini bildirmek üzere ayağa kalktıklarını ve ağaları bulu­nan yeniçeri Ağası Mustafa ağa'ya gel başımıza geç haberi­ni yollamışlarsa da, böyle bir cinayetin başında olamam di­yebilecek asaleti gösteren ağalarını pek fecii surette katlet­mişler idi. Bu vaziyet karşısında İstanbul'un sarsılan asayişini yeniden rayına oturtabilecek bir otorite kalmamıştı ortalıkta! İsyancılar işe bâbıâli'yi ateşe vermekle girişmişler hemence sadrazam konağının pencere ve kapılarına atış yapmaya başladılar. Bu atışların çıkardığı gürültüye rağmen, sadrazam konağına yardım ulaşmaması pek büyük mâna taşımaktay­dı. Konakta bulunan Alemdar Mustafa paşa ve sadık arka­daşları, silahlan ile pencerelerden, mahzen mazgallarından mukabil atışlara başladılar.

Kumanda Zafiyeti


Sayılan kırk-elli bin kişiyi bulan müfsidler kitlesinin açtığı ateş salvoları, çıkarmış oldukları gürültüler nasıl olurda sa­raydan işitilmez ve yardım gönderilmezdi. Babıâli ile padişa­hın ikamet etmekte olduğu Topkapı sarayı arasındaki me­safe ve o dönem içindeki İstanbul'un asude hâli bu seslerin padişahı cihanın kulağına ulaşmasına engel teşkil etmezdi? Ne işbu! Konağın pencere ve kapılarına doğru yapılan silah atışlarıkarşısında, Alemdar Mustafa paşa ve sadık arkadaşla­rı silahlaratarak cevap vermeye başladılar saldırganlara. Bir ara vaziyetten haberdar olan rumeli askeri ile bir miktar niza­mı cedid askeri olay yerine yardıma koşmuşsada bu kadar kalabalık ve silahlı hayduda mukabele ve mukavemetin mümkün olamayacağını gördüklerinden dönüp, gitmişlerdi. (Yazıklarolsun. M. H)
Bu arada da bazı devlet görevlileri ve nazırlarında buradaman sayılabilecek evlerde ikamet etmeleri bu haydut gü-uhunun elinden hayatlarını kurtaramayanlarda oldu. Bunia-arasında sadaret kethüdası olan yâni bu günkü İçişleri bakanı yerine kâim olan meşhur Tahsin efendi fecii bir şekü-de katledildi. Rusçuk yaranından Behiç ef. dinin yönettiği de­niz kuvvetleri bu çirkin harekâtın içinde yer almamak asale­tini göstermişti. Bazı vükelâda zor belâ kaçabilmiş, sığınacak melce bulabilmişlerdi. Asilerin konağı ele geçirmek için çe­şitli yollar deneyeceklerini anlamış olan Alemdar Mustafa paşa: "İçinizden söz anlar iki kişi şu köşeye getirin, onlarla söyleşecek sözüm vardır" diye seslendi, iki elebaşı geldi. Pa­şa: "Ben en son çıkacağım, önce daire halkımı ocağın na­musuna tevdi ediyorum. Buradan çıkaracağım, buna muva­fakat ediyormusunuz?" dediğinde asiler bu teklifi kabul etti­ler.

Göz Yaşartan Sadakat


Çıkanlar çıktı ve konakta paşa ile beraber dört kişi kalmış idi. Bunlar, paşanın hayat arkadaşı başkadın, paşamın hare­minin yöneticisi Hadım ağa ve onsekiz yaşında bir güze! ca-nye. Paşasözü aldı: "Ben bu rezillere nefsimi teslim etmek zilletini asla gösteremem. Maksadım şu hezeieye mukave­met edebildiğimde etmek, ondan sonra mahzendeki cepha­neyi ateşleyip, onları ölümJebuluştururken, nefsime sehidli-91 arzu ederim." Dediğinde, başkadmı ve hadım ağada fer-yad ile "Paşa! Paşa! bizi hadım ve kadın diye tahkir etme. enın Azarında ehemmiyeti olmayan hayatın, bizim  indi-m'zde de hiç bir kıymeti yoktur. Sadakatin isbat günü gelip ıştır.  Senden asla ayrılmayacağız,  Lâkin şu kızcağız gençtir. Bizim, bu kararımıza şahid olsun ve bunu tarih-
sayfalarına nakledecek bir vazife üstlenmek için buradan çıksın. Tatbikatımızı anlatsın." Dediler. Genç kızda dışarı çı­karıldı. Burada konakta kalma sadakati gösterenler arasında bulunan onsekiz yaşındaki genç cariyenin gösterdiği fedakâ-rane sadakate hayran olmamak kabil olmadığını belirtmek icab eder.
Bu sadakat her ne suretle olursa olsun, hayatı istihkar eden bir fedakârlık olduğundan, şâirlerin muhayyilesinde ni­ce şiirlere ilham verebilir! Alemdar paşa kendini teslim ihsas ettirdiği 42. bölük odabaşısını çağırdı. Yeniçerilere sovmeğe başladı. Ağzı açık dinlemede olan odabaşının ağzına soktuğu rovelverini ateşledi ve öldürdü. Hiç beklenmeyen bir hareket karşısında kalan yeniçerilerin sadrazamı seri bir ateş altına aldılarsa da, isabet ettiremediler. Çıldırma raddesine gelen asiler, evin her tarafını hedef haline getirdiler. Evin arka tara­fından delme ve dalma hareketine giriştikleri gibi, dama çı­karak oradan açmayı başara-cakları delikten sadrazamı vu­rabilme şansı aramaktalardı. İşlerin vardığı netice artık belli oluyordu. Hiç bir yardım gelmiyor, padişahın kulağı dibinde patlayan mermi tarakkaları, Alemdar paşanın gözden çıkarıl­dığını ortaya koyuyordu.
İzzet-i nefsine yapılacak hakaretlere maruz kalmaktansa, nefsini savunan şehid olur anlayışına sarılarak, hayatı istih­kar etmişti. Vakar'ın son hududuna kadar sahip olan Alem­dar Mustafa paşa yanında asırların en fedakâr kadınları ara­sında sayılsa yeridir diyebileceğimiz ismi meçhul kalan hanı­mefendi zevcesi ile bir sadakat timsali olan harem dairesinin hadımağası ile bod-rum kata indiler. Cephaneliğin kapısını açan sadrazam, elindeki piştovunu cephanelerin bulunduğu odaya tevcih ederek tetiğine bastı. İnfilak pek müthiş olmuş­tu. Patlamanın sesinden konak civarında bulunan asilerin büyük bir çoğunluğu yerlere serildiler. Sersem bir halde nefa bile gittiklerini bilemez hâlegeldiler. Konağın kubbesi .. erjne çıkmış bulunan ve delik açıp paşayı vurmayı plânla-nlar, infilakın tesirinden enaz iki yüzmetre öteye uçtular. da tejef olanların miktarı ikiyüzelli kişiden fazlaydı. Halk   Alemdar paşanın cephaneliği tutuşturup, firar ettiği zan-nında olduğundan her tarafta aranmasına çıkılmıştı. Aradan çen üçgün sonra yeniçerilerin bir kısmı irtica olayında vanmış bulunan babıâli enkazı arasında erimiş gümüş ile al-tun bulurum ümidiyle yerleri kazarak araştırma yaparlarken karşılarına demir bir kapı çıktı. Bu kapıyı kırıp içeri girdikle­rinde bir demir kapı ile daha karşılaşmışlar. Onu da kırmışlar ve karşılarında büyük bir odanın ortasında üç tane cenazenin yattığı görülmüştü. İşte bu cenazelerden biri hamaset kapısı­nın Alemdarı Mustafa paşa, hanımefendi eşi ve sadık haıe-mağasına aid olduğu ortaya çıktı. O zaman kaçtığını zan et­tikleri Mustafa paşanın bu yiğitliği gösterip, orada şehid ol­mayı bildiğini öğrenmiş oldular.

İrticaın Vahşeti


Alemdar Mustafa paşanın cephaneyi ateşleyerek şehidliği seçmesi ve bu yapılması çok zor işde kendisi ile birlikte fe­dayı cân eyleyenlerin gerçekleştirdiği yüksek seviye, onların katilleri sayılanların ise, ne büyük cani ve mürteci olduğunu gösterecektir aşağıya yazacaklarımız.
Alemdar Mustafa paşanın cephaneyi ateşliyerek çıkan yangından sonra husule gelen dumandan boğuldukları görül­müştür. Cesedi tanıyan mürteciler, Alemdar'ın boynuna bir ip takarak Sultanahmed meydanına götürüp, orada ve bazı sokaklarda sürükleme vahşetini gösterdiler. Naşı üç gün meydanın ortasında bırakıldı. Daha sonra hangi hayır sahibi­nin delaletiyle Yedikule surları dışında açılan bir hendeğe atılmıştır! İşte tarihimizin mühim bir siması sayılan bu muh­terem enkazdır ki meşrutiyet sayesinde pek yakın zamanda unutulmuş olduğu hendekten çıkarılıp, şehadetinin olduğu yere, mutena bir mevkie veya o civarda başka, münasib bir yere nakledilip konursa, milletde kadirbilirliğini ispat edecek­tir. Ümmetin, meziyet sahibi evlâdlarından olan bu zâtı, mil­letin, ziyaretgâh-ı daimesi olarak görmesi lâzımdır. Bu besa-let heykelinin yâni yiğitlik timsali olan bu zatın kabri üzerine dikilecek abidenin ehemmiyeti ve kıymeti, Tarihi Osmani Encümeninin himmetinin ve gayretinin ölçüsü olacaktır.
Son söz: Cephanenin infilak etmesinden sonra yeniçerile­rinde onlara yardım eden hempalarınında padişahın sarayına ne şekilde saldırıya geçtiklerini, daha ne gibi kötülükler ya­pıldığını işlenen rezaletleri, Nizam-ı cedid ocağının lağvına nasıl muvaffak olduklarını burada anlatmaya gerek yoktur. Çünkü; maksadımızın Alemdar Mustafa paşaya ait hayatı anlatmaktan ibaret olduğu sizlerce de malumdur. Alemdar Mustafa paşanın cenazesinin şimdiki babıâli kütüphanesinin olduğu yerde bulunduğuna dair bir rivayet varsa da, vakanü-vislerin vesikalara dayalı tahkikatına göre, cenaze daha önce söylendiği gibi Tomruk dairesinin mahzeni müştemilatından birinde bulunmuştur.


Ziyaretçi Defteri yükleniyor...