Richard, Kral II Henry ile Akitenya Düşesi Eleonor'un oğludur, 1157'de Oxford'da doğar. Aslan gibi yüreği olduğu için, düklük, prenslik onu açmaz, biraz da abilerinin gazına gelir, babasının koltuğuna göz koyar. Ancak ona "bir kralın tacına tahtına sulanmanın" ne demek olduğunu iyi anlatırlar. II Henry maceracıları ezer atar, Riçırd'ı yakalayıp zindana tıkar. Neyse anası araya girer de, cüretini gençliğine bağışlarlar. Celladların elinden son anda yırtar.
Riçırd can borcunu geceli gündüzlü isyan bastırarak öder, babasının paşa gönlü hoş olsun diye üç vardiya asi gırtlaklar. Yeterince palazlanınca yine eski defterleri açar, sarayı sıkıştırmaya başlar. Hem artık onun bunun dolmuşuna binen saf çocuk değildir. Kurnazımız gider Fransa Kralına bağlılıklarını sunar. Nitekim ondan aldığı takviyelerle babasının tozunu atar. Ama efendim İngiltere bir manada Fransa'nın eyaleti olmuşmuş. Amaaan sen de... Adam tahta oturduğuna bakar.
Bebeler sona...
O günlerde İngiltere cehalet ve sefalet içindedir. Halk hayvanlar gibi yaşar, senede bir (Mayıs ayında) banyo yaparlar. Bu yüzden fazla kirlenmeden (Temmuz, Haziranda filan) düğün yaparlar. Gelin hanım kokusunu bastırmak için elinde bir demet çiçek taşır, mümkün mertebe vücuduna yakın tutar.
Hoş, banyo dediğin de içine su doldurulmuş fıçıdır, sabunu kim kaybetmiş ki onlar bulsunlar. "Büyük gün" geldiğinde fıçıya önce evin erkeği girer, ensesinden sırtından oklava gibi kirler çıkar. Babadan sonra çimme imtiyazı erkek çocuklarındır, sonra anne, sonra kızlar, en son bebekleri yıkar, zift gibi sıvıda mıncıklar, yalap şap durularlar. Garibim temiz girer, kirli çıkar. Hani ezkaza fıçıya düşse bulamazlar. Zaten İngilizce'deki "Don't throw the baby out with the bath water" (banyo suyuyla bebeğimi atma) deyimi buradan çıkar.
O devirde Britanya evleri alçak ve basıktır, çatılarını kamışla örter, kubbe kiremit tanımazlar. Sokak hayvanları da gelip aralarına yavrular. Ancak yağmur şiddetlenince kamışlar kayganlaşır, evin içine kedi, köpek eniği yağar. İşte adamlar "It's raining cats and dogs" (kedi-köpek yağıyor) deyimiyle bunu anlatırlar. Sonra çatıdan düşen haşerattan çok bizardırlar, bu yüzden yataklarının yanına dört tane direk çakar, üstüne bir çul atıp, börtü böcekten korunurlar.
Tavanı anlattık gelelim tabana, İngiliz evlerinin zemini genelde topraktır, halı, kilim, hasır tanımazlar. Zaten onlar (dirt poor) ibaresinde anlatıldığı gibi toprak kadar fukaradırlar. Zenginler evlerine saman (thresh) yayar, kapı açılınca samanlar uçmasın diye yere "thresh hold" (saman tutan) çakarlar.
İngilizler, yemeği asla bitirmez, artıkların üstüne ilave yaparlar. Ekşimiş, kararmış fark etmez, günlerce aynı yemeğe kaşık çalarlar. İşte "peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old" (Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye dokuz günlük) tekerlemesi de buradan çıkar.
Adalılar genellikle sebze yer, et bulurlarsa bayram yaparlar. Domuz leşini misafir odasına asar, eğer gönülleri olursa bir parça keser, misafirlerine sunarlar. Bu ağır ikrama da "chew the fat" yağ çiğnemek gibi garip bir ad koyarlar.
Fukaranın kabı kacağı yoktur. İyi ki de yoktur zira o günlerde kullanılan kurşun tabaklar yiyeceklerle çözünür, adeta zehir saçar. Hele domatesten (asitli olduğu için) ödleri kopar, yanına bile yaklaşmazlar.
Garipler ise bayat ekmeklerin içini oyar, kendilerine tabak yaparlar. Bunlar haliyle yıkanamaz ve içinde fıkır fıkır kurt kaynar. Haydi kurt neyse de yeşillenen küfler dudaklarında "trench mouth" (tabak ağzı) denen yaralar açar.
Kurşun kadehler alkol kullananları fena çarpar. Renk gider, soluk yavaşlar, gözler kayar. Bunu bildikleri için ayyaşları ölse bile mutfak masasına yatırır birkaç gün başında dururlar. Bu arada bir şey yokmuş gibi yer içer, işlerine bakarlar. İngilizler cesedi önce mezara gömer, aylar sonra artanları toplar "kemik evine" atarlar. Tabutlardaki tırnak izlerine bakılırsa ayyaşlardan uyanan çok olur ama yeryüzüne çıkmak gibi bir şansları olmaz. Bu yüzden bir zaman sonra tabuta bir ip bırakır, ucunu çana bağlarlar. Yakınları üç beş gün çan başı bekler bunu "graveyard shift" (mezar nöbeti) diye adlandırlar. Adam ayıkırsa "saved by the bell" kurtuluş çanı, kayarsa "dead ringer" matem çanı çalarlar.
Sanırım konuyu dağıttık, hasılı Aslan Yürekli Riçırd da, adamları da bu pis ve sefil adadan sıkılırlar. Seyyahların ballandırdığı Doğu'ya koşmalı, binbir gece masalı gibi bir hayat yaşamalıdırlar. İyi de bunun için nasıl bir bahane bulsunlar?
Evdeki hesap...
Müslümanlar Kudüs'ü alınca Papa 3. Urban'a nüzul iner, adam kahırdan tıkanır, öfkeden kalbi çatlar. Avrupa'yı önce derin bir sükut sarar, ardından beklenen fırtına kopar. Yeni Papa 3. Clemens derhal bir Haçlı seferi açar. Bizim Aslan Yürekli de sazan gibi öne atlar. Alman İmparatoru Friderich Barbarossa, Fransa Kralı Philip Ouguste de ondan aşağı kalmaz. Sicilya, Venedik, Cenova ve Piza'lılar ulaşım işini omuzlarlar. Hasılı asilzadeler, şövalyeler ve en önemlisi çulsuz maceracılar kışlalara koşar.
Arslan Yürekli Riçırd, deniz yoluyla Kıbrıs'a varıp, Bizans valisini adadan kovar. Burada kendine bağlı bir Krallık kurduktan sonra Filistin'e doğru akar. Fransızlar'la buluşup Akka Kalesini muhasara eder...
Ve başlarına iş alırlar.
Riçırd can borcunu geceli gündüzlü isyan bastırarak öder, babasının paşa gönlü hoş olsun diye üç vardiya asi gırtlaklar. Yeterince palazlanınca yine eski defterleri açar, sarayı sıkıştırmaya başlar. Hem artık onun bunun dolmuşuna binen saf çocuk değildir. Kurnazımız gider Fransa Kralına bağlılıklarını sunar. Nitekim ondan aldığı takviyelerle babasının tozunu atar. Ama efendim İngiltere bir manada Fransa'nın eyaleti olmuşmuş. Amaaan sen de... Adam tahta oturduğuna bakar.
Bebeler sona...
O günlerde İngiltere cehalet ve sefalet içindedir. Halk hayvanlar gibi yaşar, senede bir (Mayıs ayında) banyo yaparlar. Bu yüzden fazla kirlenmeden (Temmuz, Haziranda filan) düğün yaparlar. Gelin hanım kokusunu bastırmak için elinde bir demet çiçek taşır, mümkün mertebe vücuduna yakın tutar.
Hoş, banyo dediğin de içine su doldurulmuş fıçıdır, sabunu kim kaybetmiş ki onlar bulsunlar. "Büyük gün" geldiğinde fıçıya önce evin erkeği girer, ensesinden sırtından oklava gibi kirler çıkar. Babadan sonra çimme imtiyazı erkek çocuklarındır, sonra anne, sonra kızlar, en son bebekleri yıkar, zift gibi sıvıda mıncıklar, yalap şap durularlar. Garibim temiz girer, kirli çıkar. Hani ezkaza fıçıya düşse bulamazlar. Zaten İngilizce'deki "Don't throw the baby out with the bath water" (banyo suyuyla bebeğimi atma) deyimi buradan çıkar.
O devirde Britanya evleri alçak ve basıktır, çatılarını kamışla örter, kubbe kiremit tanımazlar. Sokak hayvanları da gelip aralarına yavrular. Ancak yağmur şiddetlenince kamışlar kayganlaşır, evin içine kedi, köpek eniği yağar. İşte adamlar "It's raining cats and dogs" (kedi-köpek yağıyor) deyimiyle bunu anlatırlar. Sonra çatıdan düşen haşerattan çok bizardırlar, bu yüzden yataklarının yanına dört tane direk çakar, üstüne bir çul atıp, börtü böcekten korunurlar.
Tavanı anlattık gelelim tabana, İngiliz evlerinin zemini genelde topraktır, halı, kilim, hasır tanımazlar. Zaten onlar (dirt poor) ibaresinde anlatıldığı gibi toprak kadar fukaradırlar. Zenginler evlerine saman (thresh) yayar, kapı açılınca samanlar uçmasın diye yere "thresh hold" (saman tutan) çakarlar.
İngilizler, yemeği asla bitirmez, artıkların üstüne ilave yaparlar. Ekşimiş, kararmış fark etmez, günlerce aynı yemeğe kaşık çalarlar. İşte "peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old" (Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye dokuz günlük) tekerlemesi de buradan çıkar.
Adalılar genellikle sebze yer, et bulurlarsa bayram yaparlar. Domuz leşini misafir odasına asar, eğer gönülleri olursa bir parça keser, misafirlerine sunarlar. Bu ağır ikrama da "chew the fat" yağ çiğnemek gibi garip bir ad koyarlar.
Fukaranın kabı kacağı yoktur. İyi ki de yoktur zira o günlerde kullanılan kurşun tabaklar yiyeceklerle çözünür, adeta zehir saçar. Hele domatesten (asitli olduğu için) ödleri kopar, yanına bile yaklaşmazlar.
Garipler ise bayat ekmeklerin içini oyar, kendilerine tabak yaparlar. Bunlar haliyle yıkanamaz ve içinde fıkır fıkır kurt kaynar. Haydi kurt neyse de yeşillenen küfler dudaklarında "trench mouth" (tabak ağzı) denen yaralar açar.
Kurşun kadehler alkol kullananları fena çarpar. Renk gider, soluk yavaşlar, gözler kayar. Bunu bildikleri için ayyaşları ölse bile mutfak masasına yatırır birkaç gün başında dururlar. Bu arada bir şey yokmuş gibi yer içer, işlerine bakarlar. İngilizler cesedi önce mezara gömer, aylar sonra artanları toplar "kemik evine" atarlar. Tabutlardaki tırnak izlerine bakılırsa ayyaşlardan uyanan çok olur ama yeryüzüne çıkmak gibi bir şansları olmaz. Bu yüzden bir zaman sonra tabuta bir ip bırakır, ucunu çana bağlarlar. Yakınları üç beş gün çan başı bekler bunu "graveyard shift" (mezar nöbeti) diye adlandırlar. Adam ayıkırsa "saved by the bell" kurtuluş çanı, kayarsa "dead ringer" matem çanı çalarlar.
Sanırım konuyu dağıttık, hasılı Aslan Yürekli Riçırd da, adamları da bu pis ve sefil adadan sıkılırlar. Seyyahların ballandırdığı Doğu'ya koşmalı, binbir gece masalı gibi bir hayat yaşamalıdırlar. İyi de bunun için nasıl bir bahane bulsunlar?
Evdeki hesap...
Müslümanlar Kudüs'ü alınca Papa 3. Urban'a nüzul iner, adam kahırdan tıkanır, öfkeden kalbi çatlar. Avrupa'yı önce derin bir sükut sarar, ardından beklenen fırtına kopar. Yeni Papa 3. Clemens derhal bir Haçlı seferi açar. Bizim Aslan Yürekli de sazan gibi öne atlar. Alman İmparatoru Friderich Barbarossa, Fransa Kralı Philip Ouguste de ondan aşağı kalmaz. Sicilya, Venedik, Cenova ve Piza'lılar ulaşım işini omuzlarlar. Hasılı asilzadeler, şövalyeler ve en önemlisi çulsuz maceracılar kışlalara koşar.
Arslan Yürekli Riçırd, deniz yoluyla Kıbrıs'a varıp, Bizans valisini adadan kovar. Burada kendine bağlı bir Krallık kurduktan sonra Filistin'e doğru akar. Fransızlar'la buluşup Akka Kalesini muhasara eder...
Ve başlarına iş alırlar.