MEHMED NİYAZİ
Mahiyeti itibarıyla tarih ölüdür; çünkü değiştirilemez. Tabii aynı zamanda vazgeçilemez; zira kalıntı ve sonuçları günlük hayatımızda bizi çevrelemektedir.
O ölüden gaünümüzde diri olan insan toplulukları çıkmıştır. Bu toplulukları tanıyabilmek için his ve temayülleriyle birlikte ele almak gerekir. Bu his ve temayüller o cemiyete ruh vermiş, onu millet yapmıştır. Bundan dolayı Montesquieu, bir milletin, içinde yaşadığı coğrafyanın niteliğinden, dininden, çeşitli ihtiyaçlarından doğan gelenek ve göreneklerinden ortaklaşa tesirlerle örülüp meydana çıkmış bir ruhu olduğunu belirtir. Aynı milli ruha (volksgeist) Hegel de temas etmiştir. Kanaatimce tarihçinin en önemli ödevlerinden biri, milletin hayatını derinden etkileyen bu ruhun niteliğini belirlemek ve milletin hayatına bu minvalde bir düzen verilmesine yardımcı olmaktır.
Milli ruh ne gökten zembille iner ne de hüdây-ı nabit gibi yerden biter. Durup dururken tebarüz etmez; aksine olaylarla yoğrulup şekillenir ve gün ışığına çıkar. Ölülerin ruhları kaybolmaz; dirilerin ruhunda yaşamaya devam eder. Dünyaya gelen her yeni insan, düşünce ve kabullerinin çok uzun bir geçmişin eseri olduğunu anlar. Aidiyet şuurunun ve aynı inancın oluşturduğu birlik... Bu birlikte soyaçekim kanunlarının tesiri görülür. Bu aynı zamanda bir kuvvettir. Adı milli ruh olan bu kuvvet, milletin varlığı tehlikeye düşünce harekete geçer.
Milletler elbette ki sabit değildir. Din değiştirirler, göç edip bir başka iklimde yaşamaya başlarlar, kültür alışverişleri arttıkça farklılaşırlar vs... Bir milletin hayatı sıklıkla bir nehrin akışına benzetilmiştir. Nehrin kıyılarını oluşturan din, gelenekler, ahlak değiştikçe akıp giden millet de değişir. Fakat ne kadar değişirse değişsin, diğer milletlerle tamamen karışmadığı müddetçe kendi suyunu diğer ırmaklardan ayıran özelliklerini muhafaza eder. İnsanlığın gelişmesinin ve zenginleşmesinin anahtarlarından biri bu hususiyettir.
On beşinci yüzyıldaki Türk toplumu ile on dokuz ve yirminci yüzyıllardaki Türk toplumu elbette bir değildir. Birçok özelliklerini yitirmiş, eskiden ona heyecan veren unsurlar artık vermez olmuştur. "Veren el alan elden üstündür" düsturunun peşinde olan bir toplumda zamanla başkasının malını hesap edenler, külah geçirme peşinde olanlar arttı. Alp tipi miskinlik ifade eden yanlış bir derviş tipine dönüştü. İslamiyet'i nefse uydurmalar yaygınlaştı; şartların gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmaksızın dört kadınla evlenmek adeta gelenek haline geldi. Bu yetmezmiş gibi odalık, müstefreşe ve benzeri kurumlar nefsi tatmin için icat edildi ya da dönüştürüldü. Hayatı, şer-i şerif yerine hile-i şer'iyye düzenler oldu.
Toplumu değiştirmeden tarihi değiştirmeyi düşünmek boşunadır. Milletin değişiminde içerisinden çıkan aydın evlatları mühim roller oynarlar. Geniş halk kitleleri alışkanlıklarıyla yaşarlar. Bu alışkanlıklarda değişiklik yapılmak istendiğinde itiraz ederler. Bu itirazı aşabilecek olanlar, milletin bir parçası olan aydınlardır. Ya topluma örnek olmaları ya da sanatın değişik dalları vasıtasıyla onun ruhuna dokunmaları gerekir.
Sıradan insanların aklı gözündedir; onu değiştirmek ancak gözüne hitap etmekle mümkündür. Geniş kitlelere fazileti anlatmak ancak faziletli yaşamakla kabildir. Kalabalıkların hak ve hukuk kavramından bihaber olmalarından şikâyet eden bir aydın bu kavramlara öncelikle kendisi riayet etmelidir. Vereceği eserlerle de bu meseleleri ortaya döküp işlemelidir. Dahiyane kavrayışlarla inşa edilmiş camileri seyredenler, iç içe geçmiş zarif motiflerle dokunmuş bir şiiri, güzel bir romanı okuyanlar farkında olmadan gerekli gıdayı alacaklardır.
Milletlerini gıpta edilecek bir geleceğe taşımak isteyen aydınlar, o ihtişamın ihtiyaç duyduğu değerleri öncelikle kendileri benimsemek ve yaşamak zorundadırlar. Toplumu onunla yoğurmak zorundadırlar. Gerisi, suyun üzerine nakış işlemektir.