Büyük Selçuklu Devleti
Büyük Selçuklu Devleti 1037 yılında Devlet haline gelerek bağımsızlığını ilan etmiş, Bağdat kentini başkent yaparak önce Mezopotamya, sonrasında Anadolu ve İç Asya boylarına kadar sınırlarını genişleterek dönemin en büyük Türk Devleti haline gelmiştir.
Büyük Selçuklu Devleti, 1037 yılında Devlet haline gelerek bağımsızlığını ilan etmiş, Bağdat kentini başkent yaparak önce Mezopotamya, sonrasında Anadolu ve İç Asya boylarına kadar sınırlarını genişleterek dönemin en büyük Türk Devleti haline gelmiştir. Büyük Selçuklu Devleti, 1092 yılında iç karışıklıklar neticesinde bölünerek 4 parçaya ayrılmış, daha sonrasında ise beyliklere bölünerek Osmanlı İmparatorluğunu tarih sahnesine çıkartan süreci meydana getirmiştir.
Selçuk Bey’in tabi olduğu Kınık boyu, Göktürkler döneminde İç Asya’da kurulan Türk Birliği içerisinde yer almış, Göktürk Birliğinin yıkılmasından sonra ise batıya doğru girişilen göç hareketlerine katılarak Güney Hazar bölgesine yerleşmiş ve bu bölgeyi kendilerine yurt edinmişlerdi. Kınık Boyu, tek başına bir devlet kurabilecek adar kalabalık ve güçlü durumda değillerdi. Bu haseple kendileri gibi Türk Boylarından biri olan Oğuzların (Uzlar) tabiiyeti altına girdiler ve 860-1068 yılları arasında Güney Hazar Bölgesinde yaşamış olan Oğuzların bünyesinde varlıklarını idame ettirdiler.
Subaşı Selçuk Bey, yüksek askeri vasıfları ile genç yaşta Oğuz ordusunda yüksek mertebelere erişerek ordunun başkomutanı olmuştu. Ancak Selçuk Bey’in esas gayesi Oğuz Yabgu’sunun makamı yani büyük kağanlıktı. Oğuzlar, 900’lü yıllardan itibaren kendisini çevreleyen tehditlerle mücadele etmekteydi. Batısında Hazarlar, doğusunda Peçenekler ve arkalarından gelen Kıpçaklar Oğuzların güney hazar bölgesindeki hâkimiyetini tehdit ediyorlardı. 950’li yıllara gelindiğinde artan dış tehditler ve Oğuz hanının yaşının ilerlemesi, yerine geçecek veliahdının ise yeterli vasıflara sahip olamaması Selçuk Bey’in Oğuz Yabguluğunun tahtını ele geçirmesine müsait bir zemin hazırlamıştı. Her ne kadar Oğuz ordusunun emir komutası kendisine bağlı olsa da saltanatı ele geçirmek politik ve idari stratejiler gerektirmekteydi. Başarılı bir asker olan Selçuk Bey, politik tecrübelerinin eksikliğinden ötürü bu girişiminde muvaffak olamadı. Bu başarısız girişimin ardından, lideri olduğu ve bağlı bulunduğu Kınık Boyu ile birlikte başkent Yeni Kent’ten uzaklaşarak başka bir Oğuz şehri olan Cend şehrine göç ettiler. Bu göç aynı zamanda Oğuz Yabguluğunun Kınık Boyuna uyguladığı bir sürgün olmuştu.
Selçuk Bey, sürgün edildiği Cend şehrinde hakimiyetini genişletmiş ve Şehrin hakimi durumuna gelmişti. Üstelik Kınık boyu ve Selçuk Bey, burada Müslüman olarak ve İslamiyet’i seçmişti. Yalnızca bir yıl sonra Cend Şehrinin hâkimi durumuna gelen Selçuk Bey, vergi tahsil etmek için gelen Oğuz elçilerini kovarak vergi vermeyeceğini ve gayrimüslim bir toplum oldukları için kendileriyle Cihat edeceklerini ilan etti. Bu aynı zamanda bir bağımsızlık ilanıydı. Zira Oğuz Yabguluğuna bağlı olan Cend Şehrinin vergi vermemesi, Yabguluğa bağımlılığı reddetmek anlamına geliyordu (960).
Cend Şehrinin jeopolitik durumu oldukça karışıktı. Bölgenin hakimi olan Sasaniler ve İç Asya’daki en büyük güç haline gelen Karahanlılar birbirleri ile mücadele içerisindeydiler. Selçuk Bey’de bu mücadelelere müdahil olarak her iki tarafa da asker gönderip karşılığında geniş bozkırlar ve yaşam alanları elde ediyordu. Zira Selçuk Bey’in İslamiyet’e geçmesi de bu dönemde gerçekleşmiş, Müslüman olan Sasaniler ve Karahanlılar ile münasebetleri vesilesiyle İslam dini ile tanışıp gönüllü olarak İslamiyet’i seçmişti.
Selçuk Bey’in Sasani-Karahanlı mücadelesinde elde ettiği bozkırlar, Karahanlıların 999 yılında Sasanileri tam olarak yıkmasıyla Selçuk Bey ve Kınık Boyu’nun resmi hakimiyet alanı haline geldi. Sasaniler’den boşalan bölgeyi Karahanlılardan önce sahiplenen Selçuk Bey, tebaası ile birlikte Horasan’a yerleşip bu bölgeyi yurt edindiler. Selçuk Bey ve Kınık boyu, artık müstakil bir güç ve hakimiyet alanları kesinleşmiş bir beylik olarak anılıyordu.
Selçuk Bey, uzun ve başarılı bir ömrün sonrasında 100. Yaşını devirerek 1009 yılında vefat ettiğinde veliahdına büyük ve güçlü bir beylik bırakmıştı. Selçuk Bey’in oğlu Arslan Bey, babasından devraldığı beyliğini daha da güçlendirecek, Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atacaktır. Arslan Bey, henüz babası Selçuk Bey hayattayken beyliğinin idaresinde görevler almaya başlamıştı.
992 yılında Samani Karahanlı mücadelesinde Samanilere yardım ederek Karahanlıların mağlup eden Arslan Bey, bunun karşılığında Buhara – Semerkand arasında bulunan Nuh köyünü Selçuklu Beyliğine yurt haline getirmişti. Karahanlılar 999 yılında Buhara’yı ele geçirip Samani Devletini yıkınca Samanilerin yerleşim izni verdiği bölgeler Selçuklu Beyliğinin mutlak hakimiyeti altına girmişti. Samaniler, Karahanlılar tarafından yıkılınca Samani Şehzadesi Ebu İbrahim el-Muntasır, Karahanlılara karşı mücadele etmek için Arslan Bey’den yardım istemek zorunda kaldı (1003). Arslan Bey, Samani Şehzadesini korumak için giriştiği mücadelede Karahanlı ordusunu bozguna uğrattı ve Samanilerden sonra hakimiyeti altına aldıkları bölgelerden Karahanlıları uzak tutarak yeni sınır komşularına göz dağı vermiş oldu. Bu savaşın akabinde Karahanlı ordusu bizzat Sol Yabgu’nun komuta ettiği bir orduyla Selçuklu Beyliğinin üzerine taarruza kalksa da Arslan Bey’inde bizzat ordusunun başında bulunduğu bu mücadele de Karahanlılar ikinci bir bozguna daha uğrayarak Selçuklu Beyliğinin gücünü kanıksamış oldular.
Arslan Bey, babası Selçuk Bey’in vefatı ile (1009) Selçukluların liderliğine geçtiğinde sınır komşuları olan Karahanlılar saltanat mücadeleleri ve iç karışıklıklar ile boğuşuyordu. 1012 yılında Karahanlı Hükümdarı İlek Nasr’ın vefat etmesi üzerine Karahanlı varislerinden Ali Tigin, yönetimi ele geçirmek için Arslan Bey’den destek talep etti. Arslan Bey ve Ali Tigin birlikte hareket ederek Buhara Kentine girdiler (1021). Bu stratejik hamle ile birlikte Selçuklu Beyliği artık Buhara Kentinde de yerleşme olanağı bulmuş oluyordu.
Arslan Bey’in giderek güçlenmesi ve Cend şehrinden başlayan yayılmalarının Buhara’ya kadar ilerlemesi hem Karahanlılar hem de bölgedeki diğer bir büyük Türk Devleti olan Gazneliler tarafından tedirginlikle karşılanmaya başlamıştı. Karahanlı Hükümdarı Yusuf Kadir Han, hem tahtına göz dikmiş olan Ali Tigin hem de ona yardım eden Arslan Bey’i bertaraf etmek için Gazne Sultanı Mahmut Han ile güç birliği yaptılar. Gazneli Mahmut, Arslan Bey’i cenk ederek ortadan kaldırmak yerine hileye başvurdu ve onuruna ziyafet vermek üzere huzuruna çağırarak davet etti. Arslan Bey, bu davete oğlu Kutalmış ve mahiyetiyle birlikte icabet edince ise üzerine suç isnat ederek Kalincar Kalesinde hapse attırdı ve tüm mahiyetini kılıçtan geçirdi (1025).
Arslan Bey’in öldürülmesi üzerine Kınık boyu lidersiz kalarak dağıldı ve eski güçlerini kaybederek yaşadıkları bölgelerin hakimiyetini elinde bulunduran devlet be beyliklerin tebaası haline geldiler. Zira Arslan Bey’in oğlu Kutalmış da babası Arslan Bey gibi Gaznelilerin tutsağı olmuştu ve Selçuklu Beyliğinin idaresi için Arslan Bey’in başka bir veliahdı bulunmadığından lidersiz bir yaşam sürmek zorunda kalmışlardı. Arslan Bey’in kardeşi, Selçuk Bey’in diğer oğlu olan Mikail’in oğulları Tuğrul Bey Çağrı Beyler, ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmak için genç yaşta bu büyük vazifeyi üstlenerek Selçuklu Beyliğinin içine düştüğü otorite boşluğunu ortadan kaldıracak ve Selçuklu Beyliğini Büyük Selçuklu Devleti haline getireceklerdir.
Arslan Bey’in tutsak edilmesi ile otorite boşluğuna düşen Selçuklu Beyliğinin tekrar ayağa kalkması 10 yıl sürdü. Bu süre zarfında Selçukluların birliğini ve ordusunu yeniden tahsis eden Tuğrul ve Çağrı Beyler, güçlerini toparlayarak tarih sahnesine tekrar çıktılar. Aynı tarihte Gazneli Mahmut vefat etmiş yerine oğlu Mesut Han geçmişti. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, amcaları Arslan Bey’in tutsaklığına son verilmesi karşılığında Gazne Devletine bağlılığı kabul edeceklerini bildirdiler. Gazne Sultanı Mesut Han’da bu teklifi kabul ederek Arslan Bey’i serbest bıraktı ve Selçuklu Beyliğinin tabiiyetini kabul etti. Ancak Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin amacı Selçuklu Beyliğini bağımsız bir devlet haline getirmekti. Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin bu amaçlarını öğrenen Mesut Han, Arslan Bey ve oğlu Kutalmış’ı yeniden hapse atarak anlaşmayı bozmuş oldu. Tuğrul ve Çağı kardeşler, amcaları Arslan Bey’i kurtarmak için pek çok teşebbüste bulunsalar da muvaffak olamadılar. Arslan Bey’in oğlu Kutalmış, bir yolunu bularak hapisten kaçarak Buhara’ya dönse de Arsan Bey, kalan ömrünü Kalincar Hapishanesinde tamamlayarak 1032 yılında vefat etti.
Arslan Bey’in vefatından sonra Selçuklu Beyliğinin tek hakimi Tuğrul Bey ve kardeşi Çağrı Bey olmuştu. Selçuklular, Arslan Beyin ölümünden önce Türk Töresi gereği Gazne Devletine bağlı olarak Gazne Ordusunda görev yapıyor, Gazne Sınırlarının güvenliğini sağlıyor ve vergi ödüyorlardı. Ancak Arslan Bey’in ölümünden sonra bu bağlılık ortadan kalkmıştı. Tuğrul ve Çağrı Bey’lerde hakimiyet alanlarını genişletmek için, Gazne Sultanından izin almadan Horasan’a yerleştiler. Türk Töresi gereği Boylar, yerleşecekleri bölgelere Büyük Kağanlarının izni olmaksızın göç edemezlerdi. Selçukluların bu eylemi bir anlamda başkaldırı ve isyan olarak nitelendirilebilecek şiddette bir itaatsizlikti. Gazne Sultanı Mesut Han, Selçukluların Horasan’a izinsiz olarak yerleşmelerine önce müsamaha gösterdi. Güçlendikçe kalabalıklaşan Selçuklular, Horasan’dan sonra Merv ve Nesa şehirlerine de girdiler. Selçuk Bey’in bu yayılma stratejisi bir istila gibi görünebilirdi. Bu sebeple Gazne Sultanına mektup göndererek Horasan, Merv ve Nesa şehirlerinde yerleşim izni verilmesi karşılığında Gazne Devletine bağlı kalacaklarını bildirdiler. Tuğrul Bey’in amacı hakimiyet alanını genişleterek daha geniş alanlarda mücadele ederek stratejik avantajlar sağlamaktı. Bunun farkında olan Gazne Sultanı Mesut Han, Tuğrul Bey’in mektubuna cevap dahi vermeden ordularını hazırlayarak Selçukluların üzerine sefere gönderdi (1035).
Selçuklular ile Gazne Devleti arasındaki ilk kez bir savaş gerçekleşecektir. Gazne Sultanı, Selçukluların gücünü önemsemeyip ordusunu, başına geçmeden kumandanlarının idaresinde Selçukluların üzerine sefere göndermişti. Tuğrul Bey ve ordusu, Gazne Ordusunu Nesa şehrinin girişinde karşıladı ve Meydan Muharebesi şeklinde tezahür eden bu savaşta Gazne Ordusu ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu mağlubiyetin ardından Gazne Sultanı, Tuğrul Bey’in kendisine gönderdiği mektubu cevaplayarak Horasan, Merv ve Nesa şehirlerinde kendilerine oturma ve barında izni verdiğini bildirdi.
Selçuklular istediklerini almışlardı ama bununla yetinmediler. İlerleyen yıllarda yayılmalarını devam ettirerek 3 yıl sonra 3 yeni şehirde daha yerleşme izni istediler. Gazneli Mesut, Selçukluların bu isteklerini daha önce olduğu gibi yine reddederek üzerlerine öncekinden daha güçlü ve donanımlı bir ordu gönderdi (1038). Gazne Ordusu, 1035 yılında Nesa’da mağlup olan orduya göre çok daha güçlüydü ancak aradan geçen süre zarfında Selçuklularda güçlenmişlerdi. Gazne Ordusu ile Selçuklu ordusu, Sarah şehrinde, 1035 yılındaki gibi yine bir meydan muharebesi ile karşı karşıya geldiler. Gazne Ordusu, bu savaştan da ağır bir mağlubiyet alarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Selçukluların bu zaferi Büyük Selçuklu Devletinin doğuşu anlamına geliyordu.
Tuğrul Bey kendisini Büyük Kağan ve Sultan, kardeşi Çağrı Bey’i de ortak kağan ilan ederek Büyük Selçuklu Devletinin bağımsızlığını ilan etti. Türkistan’ın en önemli kentlerinden olan Horasan, Merv ve Nesa Selçukluların hakimiyeti altına girmiş, Nişabur şehri ise Selçukluların Başkenti olmuştu. Bu durum elbette en çok Gaznelilerin itibarına gölge düşürmüştü. Karahanlılar ise yaşadıkları iç karışıklıklar ve saltanat mücadeleleriyle baş etmekten Büyük Selçuklu Devletinin Kurulmuş olmasına tepki veremeyecek durumdaydı.
Gazne Sultanı Mesut Han, önceleri bir beylik olarak kendisinden toprak isteyen Selçukluların karşısında zor durumdaydı. Art arda aldığı ağır mağlubiyetler de Mesut Han’ın iktidarına gölge düşürmüştü. Üstelik Selçuklular Gaznelilerin toprakları üzerinde bağımsızlığını ilan etmiş, Gazne Devletinin en stratejik bölgeleri Selçukluların idaresi altına girmişti. Mesut Han, Selçuklularla mücadele etmekten vazgeçmedi. Bu kez ordusunun başına kedisi geçti ve ordusunun tüm gücünü seferber ederek Selçukluların üzerine taarruza kalktı. Tarihe Dandanakan Savaşı olarak geçen bu hadise hem Gazne Devletinin yıkılma sürecini başlatacak ve Türk Dünyasının en büyük güçlerinden biri olan Büyük Selçuklu Devletini Bozkır İmparatorluğundan Cihan Devletine dönüştürecektir.
Mesut Han, 1038’deki ağır mağlubiyetin ardından İki yıl süren bir hazırlık neticesinde çoğunluğu atlı süvarilerden oluşan 100.000 kişilik bir ordu hazırladı. Gazne Ordusu Selçuklu ordusuna nispetle oldukça büyük ve kabalalıktı. Gazneli Mesut, ordusunun başında sefere çıkarak 16 Ocak’da Nişabur Şehrine ulaştı. Savaşı Nişabur üzerinden kurgulamıştı ancak Sarah savaşında ağır tahribata uğrayan ve halkı çevre şehirlere göç eden Nişabur şehri yiyecek ve temiz su sıkıntısı içerisindeydi. Kalabalık ordusunun yiyecek ve içecek ihtiyacını karşılamak amacıyla çevre illerden erzak tedariki yapmaya çalışsa da yeterli olamayınca Merv şehrine ilerlemeye karar verdi. Selçuklular Gazne Ordusunu ilerleme esnasında hem vur-kaç taktikleriyle yoruyor ve yavaşlatıyor, hem de erzak tedariki için lojistik hareketlerini baltalıyordu.
Gazne ordusu hem kalabalık olduğu için yavaş ilerliyor, hem de açlık, susuzluk ve yorgunluk nedeniyle zayıf düşüyordu. Nihayet Merv şehrinde konuşlu bulunan Dandanakan kalesi önünde karşı karşıya geldiler. Gazne ordusu Dandanakan kalesine doğru ilerlemekteyken Selçuklu ordusu ilk taarruza başladı. Taarruza rağmen kaleye ilerlemeye devam eden Gazne ordusu, hem Selçuklularla hem de susuzluk, açlık ve yorgunlukla mücadele ediyorlardı. Dandanakan kalesine girerek savunma savaşı yapmak Gazne ordusu için önemli bir avantaj sağlayacaktı ancak Kaleye girmeleri ve kuşatılmaları halinde dışarıyla bağlantıları kesilecek, artan su sıkıntısı katlanılamaz bir hale gelecekti. Bunun üzerine kaleye sığınarak savunma savaşı yapmak yerine Ordunun su sıkıntısını gidermek için birkaç kilometre daha güneyde bulunan Su kuyularına doğru ilerlemeye karar verdiler. Selçuklu ordusu Gazneliler üzerindeki taarruzlarını şiddetlendiriyor ve baskısını arttırıyordu. Gazne ordusu ise hem Selçuklulara karşı koymaya çalışıyor hem de su kuyularına doğru ilerlemeye çalışıyorlardı.
Bu keşmekeş içerisinde düzeni ve disiplini bozulan Gazne ordusu, Selçukluların planlı ve ısrarlı taarruzları karşısında tutunamayarak sayıca fazla ve güçlü olmalarına rağmen ağır kayıplar vererek yenik düşmeye başladılar.
Savaşın sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Gazne ordusu savaş meydanından düzensiz şekilde çekilmeye başladılar. Gazneli Mesut, bu mağlubiyetten sonra otoritesini yitirmiş, askerlerinin saygısını ve bağlılığını kaybetmişti. Kendisine bağlı küçük bir birlik ile Hindistan’a doğru ilerleyerek hem Selçuklulardan hem de kendi askerlerinden kaçmaya başladı. Bu kaçış hareketiyle Selçuklulardan kaçmayı başarabilmişti ancak kendi askerlerinden kaçamayıp askerleri tarafından öldürüldü.
Tuğrul Bey, Dedesi Selçuk Bey’in 960 yılında ilk ateşini yaktığı Büyük Selçuklu Devletini 77 yıl sonra, 1037 yılında tüm dünyaya ilan ederek Türk Tarihi’nin en önemli kilometre taşlarından biri olacak tarihsel süreci başlatmış oldu. Tuğrul ve Çağrı kardeşlerin birlikte yönettiği Selçuklu Beyliği Samanilerin yıkılmasıyla yerleşik halde yaşadığı coğrafyada güçlenmiş, Gazne Devletinin hâkimiyet altına aldığı Horasan bölgesinden yayılarak Dönemin en büyük Türk Devletlerinden biri olan Gazne Devletini mağlup ederek Nişabur kentinde Büyük Selçuklu Devletinin bağımsızlığını ilan etmişlerdi (1037).
Selçukluların Gazne Sultanı Mesut Han’ı iki savaşta da ağır bir mağlubiyete uğratması üzerine otoritesi sarsılan Mesut Han Selçuklulara karşı kesin bir zafer kazanmak arzusuyla giriştiği Dandanakan Savaşında da mağlup olunca hem savaşı hem de saltanatını kaybetmişti. Dönemin en büyük Türk Devleti olan Gazne Devleti, Mesut Han’ın yokluğunda sahipsiz kalarak zayıflayacak ve yıkılarak tarih sahnesinden çekilecektir. Aynı tarihlerde bölgedeki diğer bir Türk Devleti olan Karahanlıların ise kısa süre sonra zayıflaması ve zamanla bölünerek yıkılması Selçuklu Devletini Türk Dünyasının yegane gücü haline getirecektir.
Dandanakan Savaşını kazanan Selçuklular, Mesut Han’ın geri dönmeyerek saltanatına sahip çıkmamasını bir fırsat olarak değerlendirip Gazne Sarayına girerek Gazne Devletinin hazinesini savaş ganimeti olarak aldılar. Selçuklular artık hem geniş bir bölgeyi hakimiyetleri altına almış hem de Gazne Ganimetleriyle hazinesini doldurmuştu (1040).
1041 yılına gelindiğinde Selçukluların hakimiyet alanları Horasan, Merv, Fergana, Tohoristan ve Zemindaver şehirlerini içine alan geniş bir coğrafya ya ulaşmıştı. Artık bir beylik değil bağımsız bir devlet olarak anılan Büyük Selçuklu Devleti, toprakları üzerinde hakimiyet kurduğu Gazne Devleti üzerinde otorite kurmuş, hakimiyet alanlarını batıya ve kuzeye doğru genişletmek için sınır komşusu oldukları Karahanlılar Devleti ile karşı karşıya gelmişti. Ancak Karahanlı Devleti, Selçukluların Horasan’ı sahiplenmesi nedeniyle iç karışıklıklar yaşanmaya başlamıştı. Zira Horasan, Karahanlılar için büyük öneme sahipti. Karahanlıların uzun süredir Gazne Devletinden almak için uğraştıkları Horasan, Selçukluların hakimiyet alanına girince Karahanlılar bu başarısızlığın sorumlusu olarak saltanat ailesini hedef aldı ve ülke ikiye bölündü (1042).
Türk Dünyası artık Büyük Selçuklu Devleti’nin başını çektiği bir döneme giriyordu. 1040’lı yıllarda bölgedeki demografik yapıya baktığımızda Türk Tarihinin Dünya Tarihinde ne denli önemli bir satır başı olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Zira 11. Yüzyılda varlığını devam ettiren 6 Türk Devleti bulunmaktaydı. Karahanlılar Marveaünnehir’de, Peçenekler Kuzey Karadeniz’de, Uzlar Balkanlarda, Kapçaklar ise Kafkasların doğusu ve Karadeniz’in Kuzey’inde, Gazneliler Hindistan-Pakistan bölgesinde, Selçuklular ise İran-Türkistan coğrafyasında Tarih’e yön vermekteydiler. Bu devletlerin en güçlüsü ve en uzun ömürlüsü elbette Büyük Selçuklu Devleti olmuştur.
Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Büyük Selçuklu Devletinin kurduktan sonra Selçukluların hakimiyet alanlarını genişletmek için yoğun seferler düzenlemekteydiler. Doğuda Gazne Devleti üzerine düzenledikleri seferler 1050 yılına kadar devam etmiş, Karahanlılar ise Büyük Selçuklu Devletinin üstünlüğünü kabul ederek iyi ilişkiler içerisine girmişti. Doğu ve Kuzey cenahlarda otorite kurulmuş, sıra batı sınırlarının genişletilmesine gelmişti. Artık hedef İran coğrafyasıydı. Tarihte az görünür bir süratle gerçekleşen bu seferler, art arda ve mutlak galibiyetlerle İç Asya ve Orta Doğu’yu Türk Yurdu haline getirmeye başladı. 1041’de Kirman’a taarruz eden Selçuklular, 1042 yılında Harezmşahlar üzerine taarruz etmiş, aynı yıl Kakuveyhiler’i mağlup ederek Hazar Denizine kıyısı bulunan Cürcan şehrine girerek bölgede hakim olan Ziyariler ve Misafiriler’i mağlup etmiş, birkaç ay sonra da Hamedan ve İsfahan şehirlerini alarak hakimiyet sınırlarını Hazar Denizinin güney hattına kadar ilerletmişlerdi.
Yalnızca bir yıl içerisinde 1200 Km uzunluğunda, 1.100.000 Km² lik bir coğrafyayı Büyük Selçuklu Devletinin topraklarına dâhil etmeyi başaran Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Büyük Selçuklu Devleti’ni cihan devleti haline getirdiler. Yalnızca 1042 yılında gerçekleştirilen seferlerde hakimiyet altına alınan topraklar günümüz Türkiye’sinin yüz ölçümünden daha fazladır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler önderliğindeki Büyük Selçuklu Devleti’nin önlenemez ilerleyişi bölgedeki dengeleri tümüyle değiştiriyordu. Selçukluların akınları 1050’li yıllarda tekrar başladı. 1051 yılında Şiraz, 1052 yılında Umman, 1054 yılında Tebriz, Hille, Musul ve Diyarbakır, 1056’da Huzistan şehirlerini ele geçirdiler. Büyük Selçuklu Devleti artık İran coğrafyasının tam anlamıyla hakimi durumuna gelmişti. Ülkenin sınırları Batıda Bizans, Kuzeyde Gürcistan, Güneyde Abbasiler, Doğuda Kaşmir hattına ulaşmıştı. Yalnızca 20 yıl gibi bir süre içerisinde Asya’nın dörtte birine hakim olan Selçuklular artık gözünü batıya, Bizans topraklarına dikmişti.
Büyük Selçuklu Devleti yalnızca Türk Dünyası’nın değil İslam Dünyası’nın da en önemli aktörü haline gelmişti. Zira İslam Dünyası Mezhep çatışmaları ile boğuşuyor, Şii-Sünni çatışmalarıyla mücadele eden İslam coğrafyası Arap Yarımadasından dışarı çıkamıyordu. Selçukluların Orta Doğu üzerindeki mutlak hâkimiyeti Arap Yarımadasında varlığını devam ettiren Abbasiler için bir umut ışığı olmuştu. Zira Abbasiler, Şii kökenli Büveyhoğulları Devletinin baskısı altındaydılar. Bugünkü Suriye toprakları üzerinde hakim olan Büveyhoğulları, mezhep farklılıklarının tetiklediği politik etkenlerle Abbasiler ile mücadele içerisine girişmişlerdi.
İslam dünyasının liderliği Hilafet Makamında idi. Hilafet makamı ise Abbasi Devletinin himayesinde bulunuyordu. Halife Kaim, Abbasilerin içinde bulunduğu zor durum üzerine Tuğrul Bey’den yardım talep etti. Tuğrul Bey, Halife Kaim’in talebi üzerine bizzat ordusunun başına geçerek Büveyhioğullarının Abbasiler üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak için Bağdat’a girdi (1055). Selçukluların Bağdat’a girmesi üzerine Büyük Selçuklu Devleti ile baş etmesi mümkün olmayan Büveyhioğulları Bağdat’ı terk ederek ettiler (1055).
Tuğrul Bey’in Abbasilere yardımı İslam Dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Zira Büyük Selçuklu Devleti, tarihi boyunca Abbasiler ile münasebette bulunmamışlar daha çok Şii kökenli Sasaniler ve ardılları ile siyasi ve politik münasebetler içerisine girmişlerdi. Buna rağmen Sünni inanışa sahip olan Selçuklular, Abbasilerin ve dolayısıyla İslam Dünyası’nın yardımına koşmuş, İslam Dünyasının en büyük sorunu haline gelen Şii tehdidini ortadan kaldırarak İslam’ın Arap coğrafyasının dışına çıkabilmesini sağlamıştır.
Büyük Selçuklu Devletini Cihan devleti haline getiren Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, devam eden yıllarda seferlerle hâkimiyetleri altına aldıkları coğrafyalardaki idari ve toplumsal yapılanmayı oluşturarak bu bölgeleri tam anlamıyla Türk Yurdu haline gelmesini sağladılar. 30 yıllık uzun hakimiyet dönemleri boyunca büyük başarılara imza atan Tuğrul ve Çağrı kardeşler, artık yaşlanmışlardı. Ortak Kağan Çağrı Bey 1060 yılında, Büyük Kağan ve Sultan Tuğrul Bey ise 1063 yılında vefat ederek Türk Dünyasına bir Cihan Devleti miras bırakarak hayata gözlerini yumdular.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk Sultanı olan Tuğrul ve Çağrı Beylerin vefat etmesi üzerine Tuğrul ve Çağrı Beylerin ittifakındaki vakurluğa rağmen veliahtlar saltanat mücadelesi içerisine girmişlerdi. Oğlu olmayan Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey’in büyük oğlu olan Süleyman’ı varis göstermişti. Ancak Çağrı Bey’in diğer oğlu Alparslan ve yaşı oldukça ilerlemiş olan Arslan Bey’in (Tuğrul Bey’in amcası) oğlu Kutalmış, Süleyman Han’ın hakimiyetini tanımadıklarını açıkladılar. Kutalmış, önce davranarak Selçuklu Sultanlığını ele geçirmek için Süleyman Han’ın saltanat makamı olan Rey şehrini kuşatması üzerine vezir Amid-ül Mülk diğer varis olan Alparslan’dan yardım talep etti. Alparslan, Selçuklu veziri Amid-ül Mülk’ün talebi üzerine Kutalmış’ı mağlup ederek savaş meydanında öldürdü ve Amid-ül Mülk’ün Alparslan’ı Sultan ilan etmesiyle Tahta çıktı.
Alparslan Han artık Büyük Selçuklu Devletinin Sultanı ve Büyük Kağanı olmuştur. İlk hedefi ise elbette Bizans’ın idare ettiği Anadolu coğrafyası olacaktır. Alparslan Han, ilk olarak kuzey sınır hattı olan Gürcistan ve batı sınır hattı olan Anadolu’ya seferler düzenledi. Bu gaza seferiyle Bizans’ın elinde bulunan Kars ve Ani şehirlerini ele geçirerek Bizans’tan ilk toprağı almış oldu (1064). İslam Alemi, ilk kez Bizans ve Batı coğrafyasında İslam Sancağının dalgalandığına şahit oluyordu. Bu, İslam Dünyası için yeni bir dönümdü. Zira Alparslan Han dönemine kadar İslam yalnızca Orta Doğu ve Arap Yarımadasında Araplar ve Farslar tarafından benimsenmekteydi. Büyük Selçuklu Devletinin fetihleriyle artık Hıristiyan Toplumlar da İslam Sancağıyla tanışmaktaydılar.
Alparslan Han’ın sonraki hedefi Batı Hazar bölgesi oldu. 1065 yılında Mangışak bölgesini hakimiyeti altına alarak bölgedeki Kıpçak ve Türkmen toplumları tebaası haline getirdi. Bu tarihten sonra Selçukluların Anadolu içlerine yoğun taarruzları başladı. Bizans İmparatorluğu, Anadolu’daki toplumları otoritesi altına alarak hem vergiye bağlıyor hem de aldığı vergilerle asker kiralayarak lejyonerlik yaptırıyordu. Bizans aslında Anadolu coğrafyasına hükmetmiyor, bu coğrafya üzerinde yaşayan toplumlardan istifa ediyordu. Bu da Selçukluların güçlü taarruzlarının hızla sonuç almasına olanak tanıyordu. Alparslan, komutanlarına bağımsız seferler düzenleme yetkileri vermiş, serbest sefer emri alan Selçuklu komutanları, askeri güçleri nispetinde ulaşabilecekleri her şehri hâkimiyeti altına almaya başlamışlardı. 1067 yılında Kayseri-Konya hattına kadar ulaşan Selçuklu Akınları, Kafkaslarda da Alanlarla birleşen Gürcü Krallığının üzerine yapılan seferde de Tiflis’e kadar ulaştı.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans toprakları üzerindeki seferleri İslam Dünyasında da büyük yankı uyandırdı. İslam Âleminin Halifesi Mekke’de Hutbeyi Hilafet Makamı ve Selçuklu Sultanı adına okuttu. Halifenin bu davranışı, Selçukluların İslam Dünyasının en büyük gücü haline gelmesi hasebiyle İslam Sancaktarlığı vazifesinin Selçuklular Tarafından gerçekleştirildiğinin ilanı olarak yorumlanmıştır.
Büyük Selçuklu Devleti gaza seferleriyle Anadolu’yu İslam Alemine kazandırırken Hilafet Makamını taşıyan Abbasiler zayıflamış, çevresindeki tehditlere karşı Selçuklulardan medet umar hale gelmişti. 1055’de Büveyhioğulları karşısında Selçuklulardan yardım isteyen Abbasi Halifesi, 1070 yılında da yine bir Şii Devleti olan Fatımi’lere karşı Selçuklu Sultanı Alparslan Han’dan yardım talep etti. İslam Âleminin en güçlü devleti olan Büyük Selçuklu Devleti, Hilafet Makamını taşıyan Abbasilerin yardımına koşarak Kuzey Afrika Hattını hâkimiyeti altına aldı ve Arap Yarımadasına doğru ilerlemeye çalışan Fatımiler üzerine sefere çıkmak üzere hazırlanmaya başladı. Alparslan’ın Mısır seferine çıkacağını haber alan Bizans ise bu fırsatı değerlendirerek 3 yıl boyunca hazırlandıkları sefere çıkarak tarihe Malazgirt Savaşı olarak geçen büyük mücadelenin fitilini ateşlemiş oldu.
Selçuklular, 1064 yılında başlattıkları akınlarla Bizans’ın hâkimiyetine meydan okumaya başladığında Bizans iç karışıklıklar ve saltanat mücadeleleriyle zor günler geçiriyordu. Ülkenin yönetimi dul kalmış olan imparatoriçe Eudoxie’nin elindeydi. Ülkeyi tek başına yönetemeyen Eudoxie’nin evleneceği kişi Bizans İmparatoru olacaktı. O da onca damat adayına rağmen hapiste yatan Bizans Kumandalı Romen Diyojen’i seçerek evlenmiş, Bizans’ın imparatoru Romen Diyojen olmuştu. Şüphesiz Eudoxie, Romen Diyojen’le Selçuklu akınlarını durdurması için evlenmişti (1068).
Diyojen, Selçukluların güçlü taarruzlarına karşı koyabilmek için 3 yıl boyunca hazırlandı. Bu hazırlıklar neticesinde hem Roma ordusu hem de Kuzey Karadeniz hattında yaşayan Türk boylarından Peçenek, Uz, Kıpçak toplumlarından paralı askerler ve Anadolu’daki toplumlardan ücreti karşılığında orduda hizmet edecek lejyonerler toplayarak 70 Bin kişilik bir ordu hazırladı.
3 yıl süren hazırlıkları neticesinde ordusunu toparlayan Romen Diyojen, Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Mısır’a sefere çıkması ile birlikte harekete geçerek Selçuklu Toprakları üzerine taarruz başlattı. Alparslan, Mısır’a doğru yola çıkmışken Bizans Ordusunun taarruzunu öğrenince geri dönerek Suriye Hattına doğru ilerleyişe geçti. Sultan Alparslan, Mısır savaşı için hazırlanmış olduğundan Bizans’la savaşmak için gereken hazırlıkları yapmak üzere zaman kazanmak için casusları aracılığıyla Rey Şehrinde konuşlanacağı duyumunu yaydı ve Rey’e değil Muş’a doğru harekete geçti. Sultan Alparslan’ın bu hamlesi işe yaradı ve Bizans Ordusu Rey şehrine doğru ilerledi. Sultan Alparslan ise Malazgirt Ovasında karargahını kurarak ordusunun hazırlıklarını tamamladı.
Sultan Alparslan, töre gereği bir bir elçi görevlendirerek Roma Ordusunun işine gelmeyecek bir barış teklifinde bulundu. Zira bu teklif esasında başlı başına bir barış değil daha çok zaman kazanmak, iletişim kurmak ve düşmanın tavrını ölçmek amacı taşıyordu. Beklendiği gibi Diyojen bu teklifi kabul etmeyerek “Sulh müzakeresini Rey’de yapacağım, Ordumu İsfahan’da kışlayıp Hamedan’da sulayacağım” demiş, Selçuklu elçileri ise “Atlarınızı Hamedan’da kışlayacağınıza eminiz, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyoruz” diyerek geri dönmüştür.
Doğu Roma Ordusu, paralı askerlerle birlikte 70.000 kişilik bir orduyla Malazgirt ovasının kuzeyinde konuşlanmıştı. Selçuklu ordusunun askeri gücü ise sadece 40.000 kişiden ibaretti. Zira Roma ordusu, bu sefere 3 yıl boyunca hazırlanmış, Selçuklular ise Mısır seferi için çıktıkları yoldan geri dönerek mevcut ordularıyla Malazgirte ulaşmıştı. Selçuklu Ordusunun gücü Roma ordusuyla kıyasla yarı yarıya durumdaydı ancak Doğu Roma ordusu içerisinde Müslümanlıkla tanışmamış Peçenek ve Uz Türkleri de bulunuyordu. Sultan Alparslan, casuslar göndererek aynı soydan olduğu bu Türk birliklerine haber ulaştırıp kendilerine katılmaları teklifini gönderdi. Roma ordusunun en vurucu güçleri bu unsurlardı. Zira Anadolu içlerinde bulunan Abaz, Slav, Gürcü, v.b. kavimler yoğun savaşlar içerisinde bulunmuyorlardı. Trakya bölgesinde yaşayan Peçenek ve Uz Türkleri ise hem Roma İmparatorluğu ordusu içerisinde sıkça görev yapmakta hem de Batı cephesinde kendi bağımsız hareket edebildikleri savaşlara katılmaktaydılar. Üstelik Roma Ordusunun en önemli savaş stratejisti Magistors Tarkhal’da bir Peçenek Türküydü. Alparslan’ın teklifini olumlu karşılayan Peçenek ve Uz birlikleri Roma ordusu içerisinde konuşlanmış ancak Selçuklular için mücadele etmeye karar vermişlerdi.
Her iki tarafta da tüm hazırlıklar tamamdı. Alparslan, mahiyetindeki din alimlerinin de tavsiyesiyle muharebeyi Cuma günü 26 Ağustosta yapmaya karar verdi. 26 Ağustos Cuma günü Ordusuyla birlikte Namaz kıldı ve dua etti ;
“Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.”
Ve sonrasında askerlerine dönerek tarihe geçen o muhteşem konuşmasını gerçekleştirdi ;
“Burada Allahü tealadar başka bir sultan yoktur. Emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz. “
Selçuklu ordusu, sadakat nidalarıyla Sultan Alparslan’a bağlılıklarını haykırdılar. Sultan Alparslan, Beyaz kefen elbisesini giyerek atının kuyruğunu bağladı ve eline er silahı olan Gürzü alıp askerlerine şöyle hitap etti ;
“Askerlerim! Şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. Ozaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkarın ve ona bağlı kalın. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.“
Alparslanı kefeni giyip şehitliği kabullenmiş vakur haliyle gören Selçuklu ordusu ağlayıp helalleşerek savaş düzeni aldı ve Cuma namazından hemen sonra ilk çarpışma başladı.
Alparslan Turan taktiğini fevkalade şekilde uygulamaya başladı. Bozkır savaşlarındaki gibi Hilal şeklinde dizilen Selçuklu ordusu düşman üzerine hücum edip ilk vuruşları yaptıktan sonra yavaş yavaş geri çekilerek geriye doğru ok atabilen yetenekli süvarilerin ok atışlarıyla Roma ordusuna kayıplar verdirmeye başladılar. Selçuklu ordusunun İlk mukavemetten sonra geri çekilmesini başarısızlık olarak gören Romen Diyojen, geri çekilen Selçukluların peşinden sürek avı yapar gibi kontrolsüzce ilerlemeye başlamıştı. Bu esna da Peçenek ve Uz’lar savaştan iki saat sonra planladıkları gibi saf değiştirip Selçuklu ordusu saflarına katıldılar. Bunun yanında Roma ile mezhep ayrılığı yaşayan ve Diyojen’in Ermeni Prensliği üzerinde uyguladığı katliamlarla itaat altına aldığı Ermeni güçleri savaş meydanından çekildiler. Diyojen, Sultan Alparslan’ın uyguladığı Turan taktiğinin farkına varınca ağır kayıplar alan ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Savaş Diyojen’in planladığı gibi ilerlemiyordu. Önce Peçenek ve Uz’lar karşı safa geçmiş, sonra Ermeniler savaş meydanından çekilmişti. Üstelik Alparslan’ın uyguladığı Turan taktiği de orduya büyük kayıplar verdirmişti. Savaş meydanında Türklerin Gürz ve Ok atışlarından etkilenen Roma askerleri teslim olmaya can atıyorlardı.
Roma ordusu darbe aldıkça zayıflıyordu ve moral olarak çöküntüye uğramıştı. Frank, Norman, Slav ve Gürcü birilkleri savaş meydanından kaçtılar. Hatta Roma Ordusunun esas güçleri olan Hassalar ve Seçkin birlikler bile küçük gruplar halinde savaş meydanını terk ediyordu. Yaralı askerler ve kendisine bağlı küçük bir askeri birlikle kalan Romen Diyojen, daha fazla dayanamayıp yenilgiyi kabul etti ve askerleriyle birlikte yaralı vaziyette esir alındı.
Malazgirt Savaşından ağır bir yenilgiyle çıkan mağrur imparator, Sultan Alparslan’ın huzuruna geldiğinde utancından başını kaldıramıyordu. Alparslan, onun bu haline nezaketle karşılık verip oturttu ve teselli etti. Diyojen, savaş öncesi muazzam ordusuyla Türkleri yeneceğinden emin olduğunu, aksi bir ihtimali hiç düşünmediğini açıkça dile getirdi. Sultan Alparslan kendisine “Eğer zafer sizin olsaydı bana ne yapardın?” sorusunu sordu. Diyojen, açık konuşamayıp öldürtürüm diyemeyip sadece “Kamçılatırdım” cevabını verdi. Alparslan “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” sorusuna ise bir ümitle “Ya öldürtürsünüz yahut İslam ülkelerinden birine esir gönderirsiniz. Mümkün görmüyorum ama beklide affedersiniz” şeklinde cevap verdi. Sultan Alparslan, yenilgiye uğramış bir imparatoru daha fazla aşağılamamak için kendisini Affetti ve ağır şartlarla bir antlaşma imzalattı.
Romen Diyojen affedilmişti ancak ülkesine döndüğünde Türklerden görmediği hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Yerine geçen yeni Doğu Roma İmparatoru 7. Mihail Selçuklular ile yapılan anlaşmayı kabul etmese de “Malazgirt Savaşı” Selçuklulara Anadolunun tapusunu vermişti.
Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasıyla tüm Anadolu Selçukluların ayaklarının altına serildi. İç Asya’nın keşmekeş politik yapısı sebebiyle sürekli hareket halinde olan Türk Toplumları, zengin tabiatı ve jeopolitik avantajlarıyla bin yıl boyunca vatanları olacak bu muazzam coğrafyaya yerleşeceklerdir. Üstelik Malazgirt hezimeti tüm batı dünyasını da Türklerin üzerine çekecektir. Malazgirt Savaşına kadar insan bile sayılmayan doğu kavimleri artık Türk Sancağı ile tanışarak Dünyanın Batıdan ibaret olmadığı gerçeğiyle yüzleşecektir.
Malazgirt Savaşından sonra Batı Tarihine yön vermeye başlayan Büyük Selçuklu Devleti, komutanlarına bağımsız taarruz ve sefer emri vererek tüm Anadolu’nun Türk Yurdu haline gelmesi için büyük çabalar sarf etti. Selçuklu orduları sadece bir yıl sonra Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına ulaşmıştı bile.
Sultan Alparslan, Anadolu’nun fethiyle Batı sınırlarını genişletmişti ancak ülkenin doğusunda henüz fetihler tamamlanmamıştı. Büyük Selçuklu Devletinin batı sınırlarında ikiye bölünmüş ve birbirleri ile mücadele halinde olan Karahanlılar Devleti bulunuyordu. Alparslan, Karahanlıları Selçuklu hakimiyeti altına almak için Fergana seferine çıktı. Kısa süre içerisinde Ceyhun Nehrini geçerek Batı Karahanlıların hakimiyeti altında bulunan bölgeye girmişti ancak kale kumandanı Yusuf El Harezmi tarafından sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Bizansı dize getirip Asya’nın dörtte birini fetheden büyük kumandan Alparslan, bir ihanet sonucu kumandanlarından biri tarafından hançerle öldürülmüştü (25 Kasım 1072).
Alparslan’ın beklenmeyen erken ölümü üzerine yerine oğlu Melikşah geçti. Alparslan, oğlu Melikşah’ı veliahdı olarak ilan etmiş ve onu yetiştirmeye başlamıştı. Ancak Alparslan öldürüldüğünde Melikşah henüz 18 yaşındaydı. Üstelik diğer kardeşleri de saltanat makamına göz dikmiş, kendisiyle mücadele içerisine girişmişti. Genç yaşına rağmen babası Alparslan tarafından bizzat saltanat makamına hazırlanan Melikşah, hem kardeşlerine hem de genç yaşına rağmen Saltanatına sahip çıkarak bu büyük sorumluluğu üstlendi ve Büyük Selçuklu Devletine tarihinin en parlak dönemini yaşattı.
Melikşah, ilk olarak babasının yarım bıraktığı Karahanlı Seferini tamamladı. Zira Karahanlılar, Sultan Alparslan’ın vefat etmesini fırsat bilerek Gazneliler ile birlikte ülkenin doğu sınırlarına taarruzlar düzenliyor, Selçukluların batıya doğru kayacağını ümit ederek hâkimiyetini kaybettikleri bölgeleri tekrar kazanabilmeyi ümit ediyorlardı. Melikşah, tahta geçtiği ilk yıl önce Karahanlılar sonra Gazneliler üzerine taarruz ederek ülkesinin doğu sınırlarındaki güvenliği tahsis etti ve Termez’in alınmasıyla da bölgede Selçuklu hakimiyeti kesinleşmiş oldu. Melikşah’ın genç yaşta tahta geçmesini fırsat olarak gören amcası Kavurd’da Bağdat’dan baş kaldırarak isyan hareketine girişince Kavurd’un isyanını da bastırarak hem dış hem de iç tehditlere karşı Devletini güvence altına aldı (1073).
Alparslan döneminde ağır şartlar altında barış imzalamak zorunda bırakılan Bizans, anlaşma şartlarını ihlal etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Anadolu seferlerini hızlandırarak Anadolu’daki Selçuklu hâkimiyeti pekiştirildi. Anadolu, İç Asya, Türkistan ve İran coğrafyaları tamamen Selçuklu Hakimiyeti altına girmiş durumdaydı. Bu coğrafyanın tam ortasında bulunan Suriye ise halen Fatımilerin kontrolündeydi. Devam eden yıllarda Suriye ve Kudüs’te uzun süredir hâkimiyet kurmuş olan Fatımilerin üzerine taarruzlar düzenlenerek bu bölgeleri de Büyük Selçuklu Devleti hakimiyeti altına alındı (1078).
Büyük Selçuklu Devletinin önlenemez ilerleyişi müteakip yıllarda da şiddetlenerek devam etti. İç ve Sınır tehditlerini ortadan kaldırıp Suriye’yi hakimiyeti altına katan Melikşah, 1078-1079 yıllarında Kafkaslara doğru taarruzlara girişerek Gürcistan Krallığını ve bölgede hüküm süren diğer mahalli krallıkları hakimiyeti altına aldı. Anadolu, Orta Doğu ve İç Asya’yı hakimiyeti altına alan Melikşah’ın yeni hedefi Arap Yarımadası oldu. Arap yarımadasının güvenliğini tahsis etmek için stratejik öneme sahip olan Hicaz, Yemen ve Aden Körfezi de Selçukluların idaresi altına girdi (1086).
1080’li yılların sonuna gelindiğinde ülkenin doğuda bulunan Karahanlılar oldukça zayıflamış ve dış tehditlere karşı kendilerini savunamayacak duruma gelmişlerdi. Melikşah, Doğu-Batı Karahanlılar arasındaki münasebetlere müdahil olarak Batı Karahanlıları siyasi muhafazası altına almaya başladı. Zamanla Selçuklu hâkimiyetini kabul eden Batı Karahanlılar artık müstakil olarak kendilerini idare edemeyecek duruma geldiler. Bunun üzerine Melikşah, Batı Karahanlıların en önemli kentlerinden biri olan Buhara’yı ve Semerkand’ı zapt ederek bu önemli Türk-İslam coğrafyasını hakimiyeti altına aldı (1089). Batı Karahanlı Devleti artık Selçuklu himayesi altına girmişti. Artık Karahanlı Hükümdarı bir vali gibi Melikşah’a bağlı olarak görev yapıyor, hatta Karahanlı Hükümdarlarını bizzat Melikşah tayin ediyordu.
Kafkaslarda, İç Asya ve Orda Doğuda hâkimiyet sahibi olan Selçuklular, Büveyhioğulları döneminde bölgeye yerleşen Mervaniler’in Bağdat’dan Diyarbakır’a doğru ilerleyerek Urfa, Halep ve Antakya bölgelerinde etkili olması hasebiyle bölgenin denetimini tam olarak sağlayamamıştı. Hakimiyet alanlarının tam ortasında bulunan bu denetimsiz bölgeyi bertaraf etmek için bizzat ordusunun başına geçerek düzenlediği seferlerde Urfa, Halep, Antakya, Diyarbakır bölgelerini kontrolü altına alarak Doğu Akdeniz kıyılarının güvenliğini sağladı (1088-1089).
Melikşah, 1092 yılında kim olduğu belirlenemeyen bir kişi tarafından zehirlenerek öldürüldü. Yemeğine karıştırılan zehirle öldürülen Melikşah, hâkimiyet sürdüğü 20 yıl boyunca Büyük Selçuklu Devletini Türk Tarihinin yüz ölçümü bakımından En Büyük Coğrafyasına sahip ülkesi haline getirmişti. Melikşah öldüğünde arkasında Marmara Denizinden Kafkaslara, Balkaş-Issık gölünden Kuzey Afrika’ya uzanan muazzam büyüklükte bir Devlet bıraktı (1092).
Melikşah, Büyük Selçuklu Devletini Türk Tarihinin en geniş hâkimiyet alanına ulaştırmıştı ancak Büyük Selçuklu Devleti için çöküş en tepe noktasında gerçekleşti. Melikşah’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Berkyaruk, babasının saltanat makamını korumayı başaramadı. Melikşah’ın ölümünü fırsat bilen saltanat varisleri birer birer ayaklanarak Büyük Selçuklu Devletini zayıflatan ve bölen süreci başlattılar. İlk başkaldıranlardan biri Melikşah’ın kardeşi, Selçuklu Maliki (Valisi) Tutuş oldu. Tutuş, yeğeni Berkyaruk’un hakimiyetini kabul etmeyerek saltanat üzerinde hak iddia etti. Berkyaruk, amcası Tutuş’un başkaldırısı ve taarruzu üzerine giriştikleri savaşta Tutuş’u öldürerek bu tehdidi ortadan kaldırmıştı ancak Melikşah’ın ölümü geniş Selçuklu coğrafyasında isyan ve başkaldırı için fırsat kollayan zümrelerin ayaklanmalarıyla çok daha kötü tezahürlere sebep oldu.
Arap Yarımadasının en stratejik bölgesi olan Mısır’da bulunan Fatımiler Batınilik adı verilen sapkın bir inanış ile isyan hareketine girişmişlerdi. Bu inanışın en önemli aktörlerinden biri olan Hasan Sabbah, muhtelif bitkilerle imal ettiği uyuşturucu tesirli maddeleri kullanarak fedailer yetiştiriyor, aldıkları uyuşturucuların tesiriyle doğa üstü halisünasyonlar gören fedailer Hasan Sabbah’ı tartışılmaz bir lider olarak görerek onun için kolayca ölüme atlayabiliyorlardı. Hasan Sabbah, etrafında topladığı hizmetkarlarıyla İran’ın Alamut şehrindeki Alamut Kalesini zapt edip konuşlanarak yetiştirdiği fedailerle Büyük Selçuklu Devletinin siyasi, askeri ve din önderlerine suikastlar düzenliyordu. Melikşah döneminde başlayan bu hareketi ortadan kaldırmak için düzenlenen sefer ise Melikşah’ın ölümü üzerine yarım kalmıştı. Melikşah öldükten sonra daha da şiddetlenen Fatımilik hareketi Selçuklu Devletine tabi toplumların kışkırtılmasında ve isyana teşvik edilmesinde önemli bir etken olmuştur.
Melikşah’ın ölümü ile başlayan ayaklanmalar ve isyanlar, Haçlı Seferleriyle daha içinden çıkılamaz bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Batı, Bizans’ın muhafazası, Müslüman toplumların Avrupa’ya ilerleyişinin engellenmesi ve Selçuklu Hâkimiyetine giren Suriye ve Filistin’in geri alabilmek için büyük hazırlıklara girişmiş ve yüz binlerce askerden oluşan bir ordu hazırlayarak Haçlı Seferi olarak adlandırdıkları büyük taarruzu gerçekleştirmişti. İç çekişmeler ve isyanlarla uğraşan Berkyaruk, Haçlı seferlerine karşı direniş gösteremeyince Filistin ve Suriye’nin bir bölümü Haçlı Ordusunun denetimi altına girdi.
Ortaya çıkan bu zor durum neticesinde Hem Anadolu’da hem de diğer pek çok bölgede yerel hükümdarlar Selçuklu Devletine bağlılıklarını sona erdirerek isyan ettiler ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Bu durum hem ülkenin düzenini ve nizamını bozuyor hem de saltanat adaylarının ellerini güçlendiriyordu. Anadolu’da sefer için görevlendirilen ve bu bölgelerde idareci tayin edilen komutanlar isyan etmiş, bağımsız olarak hareket etmeye başlamışlardı. Kafkaslarda hâkimiyet altına alınan Gürcüler ve diğer yerel hükümdarlıklar ayaklanıyor ve Büyük Selçuklu Devletine bağlı olmadıklarını ilan ediyorlardı. Mısır Fatımilerin, Suriye ve Filistin Haçlı Ordusunun denetimi altına girmişti. Büyük Selçuklu Devleti artık sadece İran ve Maveraünnehir bölgesi ile çevresinde hâkimiyetini koruyabiliyordu. Berkyaruk’un bu çöküş dönemindeki hâkimiyeti vefat ettiği 1104 yılında kadar devam etti. Çok genç yaşta Selçukluların hükümdarı olan Berkyaruk, 1104 yılında öldüğünde sadece 25 yaşındaydı.
Berkyaruk’un ölümü üzerine yerine kardeşi Mehmet Tapar geçti. Mehmet Tapar dönemi de Berkyaruk döneminde olduğu gibi iç karışıklıklar ve çöküş süreci ile devam etti. Ülkenin içinde bulunduğu zor durumdan çıkması için Kafkaslara ve Mısıra seferler düzenleyip başarılı sonuçlar almış olsa bile bu zaferler Büyük Selçuklu Devletini içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için yeterli olamadı. Mehmet Tapar’ın 14 yıllık hâkimiyeti sürecinde Büyük Selçuklu Devletinin Zayıflaması ve Bölünmesi durdurulamadı (1118).
Mehmet Tapar’ın ölümünden sonra yerine oğlu Mahmut Geçti ancak Melikşah’ın oğlu, Mehmet Tapar’ın kardeşi Horasan Maliki (Valisi) Sencer, yeğeni Mahmut’u tahttan indirerek yerine kendisi geçti ve yeğeni Mahmut’u himayesi altına alarak Irak Selçuklularının sultanı ilan etti. Sultan Sencer, Horasan valisi iken Karahanlıları, Gaznelileri ve Gurluları kendisine bağlamıştı. Başarılı idaresi döneminde Maveraünnehir bölgesini uzun süre idare etmekteydi. Ancak bu başarılar bölgelere ayrılan ve bağımsız hareket eden Selçuklu Devletlerini bir araya getirmeye yetmedi. 1141 yılında Karahıtaylılar’ın Selçuklu sınırlarına kadar ulaşmasıyla Karahıtaylılar ile giriştiği mücadelede mağlup olunca itibarını kaybetti ve Maveraünnehir Karahıtaylıların eline geçti.
Sultan Sencer’in Karahıtaylılar’a mağlup olmasıyla otorite boşluğunun tekrar ortaya çıktığı Büyük Selçuklu Devletinde yüksek vergiler sebebiyle isyan eden Oğuzlar vergi vermeyi reddedip daha geniş hakimiyet alanı talep edince Büyük Selçuklu Devletinin hakimiyetine son darbe vurulmuş oldu. Ayaklanan Oğuzlar, soydaşları olan Sultan Sencer’i esir alıp Horasan bölgesini zapt ettiler (1153). Oğuzlara esir düşen Sultan Sencer, bir süre sonra serbest bırakılsa da kısa süre sonra vefat etti ve Büyük Selçuklu Devleti tam anlamıyla yıkılmış oldu (1157).
Büyük Selçuklu Devleti, Melikşah’ın ölümünden sonra zayıflayıp iç ve dış tehditlere karşı koyamaz duruma gelince bulundukları bölgelerde Büyük Selçuklu Devletinin valisi ve maliki olarak görev alan idareciler bağımsızlıklarını ilan ederek Büyük Selçuklu Devletinden ayrı ve müstakil olarak hareket etmeye başlamışlardı. Bu devletler ilerleyen dönemlerde zayıflamış, kendi içinde bölünmelere uğramış ve zamanla Boylar ve Aşiretlere kadar bölünerek Anadolu Beylikleri dönemini başlatmıştır.
Irak Selçukluları olarak anılan idare, Büyük Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra saltanat makamının idare ettiği Irak bölgesinde kurulan otoritedir. Melikşah’ın ölmesi üzerine Suriye, Kirman ve Anadolu Selçuklularının bağımsızlıklarını ilan etmesiyle yalnız kalan Büyük Selçuklu Devleti, Horasan bölgesinin valisi Sencer’in kendisini Büyük Selçuklu Devletinin Sultanı ilan etmesi ve yerine geçtiği yeğeni Mahmut’u Irak sahasının Sultanı ilan etmesiyle ortaya çıktı. Irak Selçukluları Irak, Azerbaycan ve Kuzey İran’ın bir bölümünü içine alan dar bir alanda kısa bir süre hüküm sürebildi. Zamanla aşiretlerin bir araya gelerek oluşturdukları Atabeyliklerin söz sahibi olması ve itibar kazanmasıyla idari otoritenin Atabeyliklere geçmesi sebebiyle gücünü kaybetti. 1194 yılında son Irak Selçuklu Sultanı 3. Tuğrul Bey’in Harezmşahlılar’a mağlup olmasıyla bu bölge Harezmşahlılar’a geçti ve Irak Selçukluları tamamen yıkılmış oldu.
Kirman Selçukluları, Çağrı Bey’in oğlu, Tuğrul Bey’in yeğeni Bağdat Maliki Kavurd’un lideri olduğu Kirmanların, Büyük Selçuklu Devletinin bölünmesiyle Basra Körfezi yakınlarında bulunan Kirman şehrinde kurdukları Sultanlıktır. Melikşah tarafından boğdurulan Kavurd’un oğulları Büyük Selçuklu Devletine bağlı olarak yaşasalar da Büyük Selçuklu Devletinin bölünmesi ile bağımsızlıklarını ilan ederek bir süre bağımsız olarak bu bölgede yaşadılar. Zamanla Gurluların himayesine girseler de tekrar bağımsız hareket eden Kirman Selçukluları, 1187 yılında Oğuz Başbuğu Dinar tarafından mağlup edilerek yıkıldı (1187).
Suriye Selçukluları, Melikşah döneminde Suriye valisi olan Tutuş’un Melikşah’ın ölümü üzerine bağımsızlığını ilan etmesiyle ortaya çıkan Selçuklu Devletidir. Tutuş, bağımsızlığını ilan ettiğine Büyük Selçuklu Devletinin hükümdarı Melikşah’ın oğlu Berkyaruk ile mücadele etmiş, mağlup olarak savaş meydanında ölmüştü ancak oğulları Rıdvan ve Dokak Suriye Selçuklularının yönetimini devralarak 1117 yılına kadar devam ettirdiler. Hakimiyet dönemleri süresince Haçlı Ordusu ile mücadele etmiş ve sınırlarını Güneydoğu Anadolu bölgesine kadar genişletmiş olsalar da aşiretlerin bir araya gelerek oluşturdukları Atabeyliklerin güçlenmesi ve imtiyaz kazanması üzerine zayıflayarak 1117 yılında yıkıldı ve beyliklere bölündü.
Anadolu Selçukluları, bölünen diğer Selçuklu Devletlerinin aksine Melikşah’ın ölümünden daha önce bağımsızlığını ilan etmişti. Malazgirt Savaşından sonra Anadolu içlerine taarruz eden Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklu Devletini kuran Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin amcası Arslan Yabgu’nun torunu Süleyman Şah (Kutalmış’ın oğlu) komutanlığında İznik’e kadar ilerlemiş, 1075 yılında bağımsızlığını ilan ederek Büyük Selçuklu Devletinin Bizans sınırında Anadolu Selçuklu Devletinin temellerini atmıştı. Süleyman Şah’ın oğlu 1. Kılıçarslan, 1075 yılında İznik’te bağımsızlığını ilan ederek Anadolu Selçuklu Devletinin ilk hükümdarı olmuştur. İlerleyen yıllarda hakimiyet alanını genişleterek Konya’yı başkent yapmış, 1308 yılında Anadolu içlerine taarruz eden İlhanlılar tarafından mağlup edilerek yıkılmışlardır.
Büyük Selçuklu Devletinin Kuruluşu
Büyük Selçuklu Devleti, Kınık Boyunun mensubu ve lideri Selçuk bey tarafından 1020’li yılında temelleri atılmış, yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beyler tarafından bağımsız bir devlet haline getirilmiştir. Büyük Selçuklu Devletinin kurucusu ve ilk başbuğu olan Selçuk Bey, Kınık boyuna mensup bir komutandı ve bağımsız bir Türk Devleti olan Oğuz Yabguluğu’nun Subaşısı (Ordu Komutanı) idi.Selçuk Bey’in tabi olduğu Kınık boyu, Göktürkler döneminde İç Asya’da kurulan Türk Birliği içerisinde yer almış, Göktürk Birliğinin yıkılmasından sonra ise batıya doğru girişilen göç hareketlerine katılarak Güney Hazar bölgesine yerleşmiş ve bu bölgeyi kendilerine yurt edinmişlerdi. Kınık Boyu, tek başına bir devlet kurabilecek adar kalabalık ve güçlü durumda değillerdi. Bu haseple kendileri gibi Türk Boylarından biri olan Oğuzların (Uzlar) tabiiyeti altına girdiler ve 860-1068 yılları arasında Güney Hazar Bölgesinde yaşamış olan Oğuzların bünyesinde varlıklarını idame ettirdiler.
Subaşı Selçuk Bey, yüksek askeri vasıfları ile genç yaşta Oğuz ordusunda yüksek mertebelere erişerek ordunun başkomutanı olmuştu. Ancak Selçuk Bey’in esas gayesi Oğuz Yabgu’sunun makamı yani büyük kağanlıktı. Oğuzlar, 900’lü yıllardan itibaren kendisini çevreleyen tehditlerle mücadele etmekteydi. Batısında Hazarlar, doğusunda Peçenekler ve arkalarından gelen Kıpçaklar Oğuzların güney hazar bölgesindeki hâkimiyetini tehdit ediyorlardı. 950’li yıllara gelindiğinde artan dış tehditler ve Oğuz hanının yaşının ilerlemesi, yerine geçecek veliahdının ise yeterli vasıflara sahip olamaması Selçuk Bey’in Oğuz Yabguluğunun tahtını ele geçirmesine müsait bir zemin hazırlamıştı. Her ne kadar Oğuz ordusunun emir komutası kendisine bağlı olsa da saltanatı ele geçirmek politik ve idari stratejiler gerektirmekteydi. Başarılı bir asker olan Selçuk Bey, politik tecrübelerinin eksikliğinden ötürü bu girişiminde muvaffak olamadı. Bu başarısız girişimin ardından, lideri olduğu ve bağlı bulunduğu Kınık Boyu ile birlikte başkent Yeni Kent’ten uzaklaşarak başka bir Oğuz şehri olan Cend şehrine göç ettiler. Bu göç aynı zamanda Oğuz Yabguluğunun Kınık Boyuna uyguladığı bir sürgün olmuştu.
Selçuk Bey, sürgün edildiği Cend şehrinde hakimiyetini genişletmiş ve Şehrin hakimi durumuna gelmişti. Üstelik Kınık boyu ve Selçuk Bey, burada Müslüman olarak ve İslamiyet’i seçmişti. Yalnızca bir yıl sonra Cend Şehrinin hâkimi durumuna gelen Selçuk Bey, vergi tahsil etmek için gelen Oğuz elçilerini kovarak vergi vermeyeceğini ve gayrimüslim bir toplum oldukları için kendileriyle Cihat edeceklerini ilan etti. Bu aynı zamanda bir bağımsızlık ilanıydı. Zira Oğuz Yabguluğuna bağlı olan Cend Şehrinin vergi vermemesi, Yabguluğa bağımlılığı reddetmek anlamına geliyordu (960).
Cend Şehrinin jeopolitik durumu oldukça karışıktı. Bölgenin hakimi olan Sasaniler ve İç Asya’daki en büyük güç haline gelen Karahanlılar birbirleri ile mücadele içerisindeydiler. Selçuk Bey’de bu mücadelelere müdahil olarak her iki tarafa da asker gönderip karşılığında geniş bozkırlar ve yaşam alanları elde ediyordu. Zira Selçuk Bey’in İslamiyet’e geçmesi de bu dönemde gerçekleşmiş, Müslüman olan Sasaniler ve Karahanlılar ile münasebetleri vesilesiyle İslam dini ile tanışıp gönüllü olarak İslamiyet’i seçmişti.
Selçuk Bey’in Sasani-Karahanlı mücadelesinde elde ettiği bozkırlar, Karahanlıların 999 yılında Sasanileri tam olarak yıkmasıyla Selçuk Bey ve Kınık Boyu’nun resmi hakimiyet alanı haline geldi. Sasaniler’den boşalan bölgeyi Karahanlılardan önce sahiplenen Selçuk Bey, tebaası ile birlikte Horasan’a yerleşip bu bölgeyi yurt edindiler. Selçuk Bey ve Kınık boyu, artık müstakil bir güç ve hakimiyet alanları kesinleşmiş bir beylik olarak anılıyordu.
Arslan Bey Dönemi (1009 – 1025)
Selçuk Bey, uzun ve başarılı bir ömrün sonrasında 100. Yaşını devirerek 1009 yılında vefat ettiğinde veliahdına büyük ve güçlü bir beylik bırakmıştı. Selçuk Bey’in oğlu Arslan Bey, babasından devraldığı beyliğini daha da güçlendirecek, Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atacaktır. Arslan Bey, henüz babası Selçuk Bey hayattayken beyliğinin idaresinde görevler almaya başlamıştı. 992 yılında Samani Karahanlı mücadelesinde Samanilere yardım ederek Karahanlıların mağlup eden Arslan Bey, bunun karşılığında Buhara – Semerkand arasında bulunan Nuh köyünü Selçuklu Beyliğine yurt haline getirmişti. Karahanlılar 999 yılında Buhara’yı ele geçirip Samani Devletini yıkınca Samanilerin yerleşim izni verdiği bölgeler Selçuklu Beyliğinin mutlak hakimiyeti altına girmişti. Samaniler, Karahanlılar tarafından yıkılınca Samani Şehzadesi Ebu İbrahim el-Muntasır, Karahanlılara karşı mücadele etmek için Arslan Bey’den yardım istemek zorunda kaldı (1003). Arslan Bey, Samani Şehzadesini korumak için giriştiği mücadelede Karahanlı ordusunu bozguna uğrattı ve Samanilerden sonra hakimiyeti altına aldıkları bölgelerden Karahanlıları uzak tutarak yeni sınır komşularına göz dağı vermiş oldu. Bu savaşın akabinde Karahanlı ordusu bizzat Sol Yabgu’nun komuta ettiği bir orduyla Selçuklu Beyliğinin üzerine taarruza kalksa da Arslan Bey’inde bizzat ordusunun başında bulunduğu bu mücadele de Karahanlılar ikinci bir bozguna daha uğrayarak Selçuklu Beyliğinin gücünü kanıksamış oldular.
Arslan Bey, babası Selçuk Bey’in vefatı ile (1009) Selçukluların liderliğine geçtiğinde sınır komşuları olan Karahanlılar saltanat mücadeleleri ve iç karışıklıklar ile boğuşuyordu. 1012 yılında Karahanlı Hükümdarı İlek Nasr’ın vefat etmesi üzerine Karahanlı varislerinden Ali Tigin, yönetimi ele geçirmek için Arslan Bey’den destek talep etti. Arslan Bey ve Ali Tigin birlikte hareket ederek Buhara Kentine girdiler (1021). Bu stratejik hamle ile birlikte Selçuklu Beyliği artık Buhara Kentinde de yerleşme olanağı bulmuş oluyordu.
Arslan Bey’in giderek güçlenmesi ve Cend şehrinden başlayan yayılmalarının Buhara’ya kadar ilerlemesi hem Karahanlılar hem de bölgedeki diğer bir büyük Türk Devleti olan Gazneliler tarafından tedirginlikle karşılanmaya başlamıştı. Karahanlı Hükümdarı Yusuf Kadir Han, hem tahtına göz dikmiş olan Ali Tigin hem de ona yardım eden Arslan Bey’i bertaraf etmek için Gazne Sultanı Mahmut Han ile güç birliği yaptılar. Gazneli Mahmut, Arslan Bey’i cenk ederek ortadan kaldırmak yerine hileye başvurdu ve onuruna ziyafet vermek üzere huzuruna çağırarak davet etti. Arslan Bey, bu davete oğlu Kutalmış ve mahiyetiyle birlikte icabet edince ise üzerine suç isnat ederek Kalincar Kalesinde hapse attırdı ve tüm mahiyetini kılıçtan geçirdi (1025).
Arslan Bey’in öldürülmesi üzerine Kınık boyu lidersiz kalarak dağıldı ve eski güçlerini kaybederek yaşadıkları bölgelerin hakimiyetini elinde bulunduran devlet be beyliklerin tebaası haline geldiler. Zira Arslan Bey’in oğlu Kutalmış da babası Arslan Bey gibi Gaznelilerin tutsağı olmuştu ve Selçuklu Beyliğinin idaresi için Arslan Bey’in başka bir veliahdı bulunmadığından lidersiz bir yaşam sürmek zorunda kalmışlardı. Arslan Bey’in kardeşi, Selçuk Bey’in diğer oğlu olan Mikail’in oğulları Tuğrul Bey Çağrı Beyler, ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmak için genç yaşta bu büyük vazifeyi üstlenerek Selçuklu Beyliğinin içine düştüğü otorite boşluğunu ortadan kaldıracak ve Selçuklu Beyliğini Büyük Selçuklu Devleti haline getireceklerdir.
Tuğrul ve Çağrı Bey Dönemi (1030 – 1063)
Arslan Bey’in tutsak edilmesi ile otorite boşluğuna düşen Selçuklu Beyliğinin tekrar ayağa kalkması 10 yıl sürdü. Bu süre zarfında Selçukluların birliğini ve ordusunu yeniden tahsis eden Tuğrul ve Çağrı Beyler, güçlerini toparlayarak tarih sahnesine tekrar çıktılar. Aynı tarihte Gazneli Mahmut vefat etmiş yerine oğlu Mesut Han geçmişti. Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, amcaları Arslan Bey’in tutsaklığına son verilmesi karşılığında Gazne Devletine bağlılığı kabul edeceklerini bildirdiler. Gazne Sultanı Mesut Han’da bu teklifi kabul ederek Arslan Bey’i serbest bıraktı ve Selçuklu Beyliğinin tabiiyetini kabul etti. Ancak Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin amacı Selçuklu Beyliğini bağımsız bir devlet haline getirmekti. Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin bu amaçlarını öğrenen Mesut Han, Arslan Bey ve oğlu Kutalmış’ı yeniden hapse atarak anlaşmayı bozmuş oldu. Tuğrul ve Çağı kardeşler, amcaları Arslan Bey’i kurtarmak için pek çok teşebbüste bulunsalar da muvaffak olamadılar. Arslan Bey’in oğlu Kutalmış, bir yolunu bularak hapisten kaçarak Buhara’ya dönse de Arsan Bey, kalan ömrünü Kalincar Hapishanesinde tamamlayarak 1032 yılında vefat etti. Arslan Bey’in vefatından sonra Selçuklu Beyliğinin tek hakimi Tuğrul Bey ve kardeşi Çağrı Bey olmuştu. Selçuklular, Arslan Beyin ölümünden önce Türk Töresi gereği Gazne Devletine bağlı olarak Gazne Ordusunda görev yapıyor, Gazne Sınırlarının güvenliğini sağlıyor ve vergi ödüyorlardı. Ancak Arslan Bey’in ölümünden sonra bu bağlılık ortadan kalkmıştı. Tuğrul ve Çağrı Bey’lerde hakimiyet alanlarını genişletmek için, Gazne Sultanından izin almadan Horasan’a yerleştiler. Türk Töresi gereği Boylar, yerleşecekleri bölgelere Büyük Kağanlarının izni olmaksızın göç edemezlerdi. Selçukluların bu eylemi bir anlamda başkaldırı ve isyan olarak nitelendirilebilecek şiddette bir itaatsizlikti. Gazne Sultanı Mesut Han, Selçukluların Horasan’a izinsiz olarak yerleşmelerine önce müsamaha gösterdi. Güçlendikçe kalabalıklaşan Selçuklular, Horasan’dan sonra Merv ve Nesa şehirlerine de girdiler. Selçuk Bey’in bu yayılma stratejisi bir istila gibi görünebilirdi. Bu sebeple Gazne Sultanına mektup göndererek Horasan, Merv ve Nesa şehirlerinde yerleşim izni verilmesi karşılığında Gazne Devletine bağlı kalacaklarını bildirdiler. Tuğrul Bey’in amacı hakimiyet alanını genişleterek daha geniş alanlarda mücadele ederek stratejik avantajlar sağlamaktı. Bunun farkında olan Gazne Sultanı Mesut Han, Tuğrul Bey’in mektubuna cevap dahi vermeden ordularını hazırlayarak Selçukluların üzerine sefere gönderdi (1035).
Selçuklular ile Gazne Devleti arasındaki ilk kez bir savaş gerçekleşecektir. Gazne Sultanı, Selçukluların gücünü önemsemeyip ordusunu, başına geçmeden kumandanlarının idaresinde Selçukluların üzerine sefere göndermişti. Tuğrul Bey ve ordusu, Gazne Ordusunu Nesa şehrinin girişinde karşıladı ve Meydan Muharebesi şeklinde tezahür eden bu savaşta Gazne Ordusu ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu mağlubiyetin ardından Gazne Sultanı, Tuğrul Bey’in kendisine gönderdiği mektubu cevaplayarak Horasan, Merv ve Nesa şehirlerinde kendilerine oturma ve barında izni verdiğini bildirdi.
Selçuklular istediklerini almışlardı ama bununla yetinmediler. İlerleyen yıllarda yayılmalarını devam ettirerek 3 yıl sonra 3 yeni şehirde daha yerleşme izni istediler. Gazneli Mesut, Selçukluların bu isteklerini daha önce olduğu gibi yine reddederek üzerlerine öncekinden daha güçlü ve donanımlı bir ordu gönderdi (1038). Gazne Ordusu, 1035 yılında Nesa’da mağlup olan orduya göre çok daha güçlüydü ancak aradan geçen süre zarfında Selçuklularda güçlenmişlerdi. Gazne Ordusu ile Selçuklu ordusu, Sarah şehrinde, 1035 yılındaki gibi yine bir meydan muharebesi ile karşı karşıya geldiler. Gazne Ordusu, bu savaştan da ağır bir mağlubiyet alarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Selçukluların bu zaferi Büyük Selçuklu Devletinin doğuşu anlamına geliyordu.
Tuğrul Bey kendisini Büyük Kağan ve Sultan, kardeşi Çağrı Bey’i de ortak kağan ilan ederek Büyük Selçuklu Devletinin bağımsızlığını ilan etti. Türkistan’ın en önemli kentlerinden olan Horasan, Merv ve Nesa Selçukluların hakimiyeti altına girmiş, Nişabur şehri ise Selçukluların Başkenti olmuştu. Bu durum elbette en çok Gaznelilerin itibarına gölge düşürmüştü. Karahanlılar ise yaşadıkları iç karışıklıklar ve saltanat mücadeleleriyle baş etmekten Büyük Selçuklu Devletinin Kurulmuş olmasına tepki veremeyecek durumdaydı.
Gazne Sultanı Mesut Han, önceleri bir beylik olarak kendisinden toprak isteyen Selçukluların karşısında zor durumdaydı. Art arda aldığı ağır mağlubiyetler de Mesut Han’ın iktidarına gölge düşürmüştü. Üstelik Selçuklular Gaznelilerin toprakları üzerinde bağımsızlığını ilan etmiş, Gazne Devletinin en stratejik bölgeleri Selçukluların idaresi altına girmişti. Mesut Han, Selçuklularla mücadele etmekten vazgeçmedi. Bu kez ordusunun başına kedisi geçti ve ordusunun tüm gücünü seferber ederek Selçukluların üzerine taarruza kalktı. Tarihe Dandanakan Savaşı olarak geçen bu hadise hem Gazne Devletinin yıkılma sürecini başlatacak ve Türk Dünyasının en büyük güçlerinden biri olan Büyük Selçuklu Devletini Bozkır İmparatorluğundan Cihan Devletine dönüştürecektir.
Dandanakan Savaşı (1038)
Mesut Han, 1038’deki ağır mağlubiyetin ardından İki yıl süren bir hazırlık neticesinde çoğunluğu atlı süvarilerden oluşan 100.000 kişilik bir ordu hazırladı. Gazne Ordusu Selçuklu ordusuna nispetle oldukça büyük ve kabalalıktı. Gazneli Mesut, ordusunun başında sefere çıkarak 16 Ocak’da Nişabur Şehrine ulaştı. Savaşı Nişabur üzerinden kurgulamıştı ancak Sarah savaşında ağır tahribata uğrayan ve halkı çevre şehirlere göç eden Nişabur şehri yiyecek ve temiz su sıkıntısı içerisindeydi. Kalabalık ordusunun yiyecek ve içecek ihtiyacını karşılamak amacıyla çevre illerden erzak tedariki yapmaya çalışsa da yeterli olamayınca Merv şehrine ilerlemeye karar verdi. Selçuklular Gazne Ordusunu ilerleme esnasında hem vur-kaç taktikleriyle yoruyor ve yavaşlatıyor, hem de erzak tedariki için lojistik hareketlerini baltalıyordu. Gazne ordusu hem kalabalık olduğu için yavaş ilerliyor, hem de açlık, susuzluk ve yorgunluk nedeniyle zayıf düşüyordu. Nihayet Merv şehrinde konuşlu bulunan Dandanakan kalesi önünde karşı karşıya geldiler. Gazne ordusu Dandanakan kalesine doğru ilerlemekteyken Selçuklu ordusu ilk taarruza başladı. Taarruza rağmen kaleye ilerlemeye devam eden Gazne ordusu, hem Selçuklularla hem de susuzluk, açlık ve yorgunlukla mücadele ediyorlardı. Dandanakan kalesine girerek savunma savaşı yapmak Gazne ordusu için önemli bir avantaj sağlayacaktı ancak Kaleye girmeleri ve kuşatılmaları halinde dışarıyla bağlantıları kesilecek, artan su sıkıntısı katlanılamaz bir hale gelecekti. Bunun üzerine kaleye sığınarak savunma savaşı yapmak yerine Ordunun su sıkıntısını gidermek için birkaç kilometre daha güneyde bulunan Su kuyularına doğru ilerlemeye karar verdiler. Selçuklu ordusu Gazneliler üzerindeki taarruzlarını şiddetlendiriyor ve baskısını arttırıyordu. Gazne ordusu ise hem Selçuklulara karşı koymaya çalışıyor hem de su kuyularına doğru ilerlemeye çalışıyorlardı.
Bu keşmekeş içerisinde düzeni ve disiplini bozulan Gazne ordusu, Selçukluların planlı ve ısrarlı taarruzları karşısında tutunamayarak sayıca fazla ve güçlü olmalarına rağmen ağır kayıplar vererek yenik düşmeye başladılar.
Savaşın sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Gazne ordusu savaş meydanından düzensiz şekilde çekilmeye başladılar. Gazneli Mesut, bu mağlubiyetten sonra otoritesini yitirmiş, askerlerinin saygısını ve bağlılığını kaybetmişti. Kendisine bağlı küçük bir birlik ile Hindistan’a doğru ilerleyerek hem Selçuklulardan hem de kendi askerlerinden kaçmaya başladı. Bu kaçış hareketiyle Selçuklulardan kaçmayı başarabilmişti ancak kendi askerlerinden kaçamayıp askerleri tarafından öldürüldü.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Tarih Sahnesine Çıkışı
Tuğrul Bey, Dedesi Selçuk Bey’in 960 yılında ilk ateşini yaktığı Büyük Selçuklu Devletini 77 yıl sonra, 1037 yılında tüm dünyaya ilan ederek Türk Tarihi’nin en önemli kilometre taşlarından biri olacak tarihsel süreci başlatmış oldu. Tuğrul ve Çağrı kardeşlerin birlikte yönettiği Selçuklu Beyliği Samanilerin yıkılmasıyla yerleşik halde yaşadığı coğrafyada güçlenmiş, Gazne Devletinin hâkimiyet altına aldığı Horasan bölgesinden yayılarak Dönemin en büyük Türk Devletlerinden biri olan Gazne Devletini mağlup ederek Nişabur kentinde Büyük Selçuklu Devletinin bağımsızlığını ilan etmişlerdi (1037). Selçukluların Gazne Sultanı Mesut Han’ı iki savaşta da ağır bir mağlubiyete uğratması üzerine otoritesi sarsılan Mesut Han Selçuklulara karşı kesin bir zafer kazanmak arzusuyla giriştiği Dandanakan Savaşında da mağlup olunca hem savaşı hem de saltanatını kaybetmişti. Dönemin en büyük Türk Devleti olan Gazne Devleti, Mesut Han’ın yokluğunda sahipsiz kalarak zayıflayacak ve yıkılarak tarih sahnesinden çekilecektir. Aynı tarihlerde bölgedeki diğer bir Türk Devleti olan Karahanlıların ise kısa süre sonra zayıflaması ve zamanla bölünerek yıkılması Selçuklu Devletini Türk Dünyasının yegane gücü haline getirecektir.
Dandanakan Savaşını kazanan Selçuklular, Mesut Han’ın geri dönmeyerek saltanatına sahip çıkmamasını bir fırsat olarak değerlendirip Gazne Sarayına girerek Gazne Devletinin hazinesini savaş ganimeti olarak aldılar. Selçuklular artık hem geniş bir bölgeyi hakimiyetleri altına almış hem de Gazne Ganimetleriyle hazinesini doldurmuştu (1040).
1041 yılına gelindiğinde Selçukluların hakimiyet alanları Horasan, Merv, Fergana, Tohoristan ve Zemindaver şehirlerini içine alan geniş bir coğrafya ya ulaşmıştı. Artık bir beylik değil bağımsız bir devlet olarak anılan Büyük Selçuklu Devleti, toprakları üzerinde hakimiyet kurduğu Gazne Devleti üzerinde otorite kurmuş, hakimiyet alanlarını batıya ve kuzeye doğru genişletmek için sınır komşusu oldukları Karahanlılar Devleti ile karşı karşıya gelmişti. Ancak Karahanlı Devleti, Selçukluların Horasan’ı sahiplenmesi nedeniyle iç karışıklıklar yaşanmaya başlamıştı. Zira Horasan, Karahanlılar için büyük öneme sahipti. Karahanlıların uzun süredir Gazne Devletinden almak için uğraştıkları Horasan, Selçukluların hakimiyet alanına girince Karahanlılar bu başarısızlığın sorumlusu olarak saltanat ailesini hedef aldı ve ülke ikiye bölündü (1042).
Türk Dünyası artık Büyük Selçuklu Devleti’nin başını çektiği bir döneme giriyordu. 1040’lı yıllarda bölgedeki demografik yapıya baktığımızda Türk Tarihinin Dünya Tarihinde ne denli önemli bir satır başı olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Zira 11. Yüzyılda varlığını devam ettiren 6 Türk Devleti bulunmaktaydı. Karahanlılar Marveaünnehir’de, Peçenekler Kuzey Karadeniz’de, Uzlar Balkanlarda, Kapçaklar ise Kafkasların doğusu ve Karadeniz’in Kuzey’inde, Gazneliler Hindistan-Pakistan bölgesinde, Selçuklular ise İran-Türkistan coğrafyasında Tarih’e yön vermekteydiler. Bu devletlerin en güçlüsü ve en uzun ömürlüsü elbette Büyük Selçuklu Devleti olmuştur.
Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Büyük Selçuklu Devletinin kurduktan sonra Selçukluların hakimiyet alanlarını genişletmek için yoğun seferler düzenlemekteydiler. Doğuda Gazne Devleti üzerine düzenledikleri seferler 1050 yılına kadar devam etmiş, Karahanlılar ise Büyük Selçuklu Devletinin üstünlüğünü kabul ederek iyi ilişkiler içerisine girmişti. Doğu ve Kuzey cenahlarda otorite kurulmuş, sıra batı sınırlarının genişletilmesine gelmişti. Artık hedef İran coğrafyasıydı. Tarihte az görünür bir süratle gerçekleşen bu seferler, art arda ve mutlak galibiyetlerle İç Asya ve Orta Doğu’yu Türk Yurdu haline getirmeye başladı. 1041’de Kirman’a taarruz eden Selçuklular, 1042 yılında Harezmşahlar üzerine taarruz etmiş, aynı yıl Kakuveyhiler’i mağlup ederek Hazar Denizine kıyısı bulunan Cürcan şehrine girerek bölgede hakim olan Ziyariler ve Misafiriler’i mağlup etmiş, birkaç ay sonra da Hamedan ve İsfahan şehirlerini alarak hakimiyet sınırlarını Hazar Denizinin güney hattına kadar ilerletmişlerdi.
Yalnızca bir yıl içerisinde 1200 Km uzunluğunda, 1.100.000 Km² lik bir coğrafyayı Büyük Selçuklu Devletinin topraklarına dâhil etmeyi başaran Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, Büyük Selçuklu Devleti’ni cihan devleti haline getirdiler. Yalnızca 1042 yılında gerçekleştirilen seferlerde hakimiyet altına alınan topraklar günümüz Türkiye’sinin yüz ölçümünden daha fazladır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler önderliğindeki Büyük Selçuklu Devleti’nin önlenemez ilerleyişi bölgedeki dengeleri tümüyle değiştiriyordu. Selçukluların akınları 1050’li yıllarda tekrar başladı. 1051 yılında Şiraz, 1052 yılında Umman, 1054 yılında Tebriz, Hille, Musul ve Diyarbakır, 1056’da Huzistan şehirlerini ele geçirdiler. Büyük Selçuklu Devleti artık İran coğrafyasının tam anlamıyla hakimi durumuna gelmişti. Ülkenin sınırları Batıda Bizans, Kuzeyde Gürcistan, Güneyde Abbasiler, Doğuda Kaşmir hattına ulaşmıştı. Yalnızca 20 yıl gibi bir süre içerisinde Asya’nın dörtte birine hakim olan Selçuklular artık gözünü batıya, Bizans topraklarına dikmişti.
Büyük Selçuklu Devleti yalnızca Türk Dünyası’nın değil İslam Dünyası’nın da en önemli aktörü haline gelmişti. Zira İslam Dünyası Mezhep çatışmaları ile boğuşuyor, Şii-Sünni çatışmalarıyla mücadele eden İslam coğrafyası Arap Yarımadasından dışarı çıkamıyordu. Selçukluların Orta Doğu üzerindeki mutlak hâkimiyeti Arap Yarımadasında varlığını devam ettiren Abbasiler için bir umut ışığı olmuştu. Zira Abbasiler, Şii kökenli Büveyhoğulları Devletinin baskısı altındaydılar. Bugünkü Suriye toprakları üzerinde hakim olan Büveyhoğulları, mezhep farklılıklarının tetiklediği politik etkenlerle Abbasiler ile mücadele içerisine girişmişlerdi.
İslam dünyasının liderliği Hilafet Makamında idi. Hilafet makamı ise Abbasi Devletinin himayesinde bulunuyordu. Halife Kaim, Abbasilerin içinde bulunduğu zor durum üzerine Tuğrul Bey’den yardım talep etti. Tuğrul Bey, Halife Kaim’in talebi üzerine bizzat ordusunun başına geçerek Büveyhioğullarının Abbasiler üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak için Bağdat’a girdi (1055). Selçukluların Bağdat’a girmesi üzerine Büyük Selçuklu Devleti ile baş etmesi mümkün olmayan Büveyhioğulları Bağdat’ı terk ederek ettiler (1055).
Tuğrul Bey’in Abbasilere yardımı İslam Dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Zira Büyük Selçuklu Devleti, tarihi boyunca Abbasiler ile münasebette bulunmamışlar daha çok Şii kökenli Sasaniler ve ardılları ile siyasi ve politik münasebetler içerisine girmişlerdi. Buna rağmen Sünni inanışa sahip olan Selçuklular, Abbasilerin ve dolayısıyla İslam Dünyası’nın yardımına koşmuş, İslam Dünyasının en büyük sorunu haline gelen Şii tehdidini ortadan kaldırarak İslam’ın Arap coğrafyasının dışına çıkabilmesini sağlamıştır.
Büyük Selçuklu Devletini Cihan devleti haline getiren Tuğrul ve Çağrı Bey’ler, devam eden yıllarda seferlerle hâkimiyetleri altına aldıkları coğrafyalardaki idari ve toplumsal yapılanmayı oluşturarak bu bölgeleri tam anlamıyla Türk Yurdu haline gelmesini sağladılar. 30 yıllık uzun hakimiyet dönemleri boyunca büyük başarılara imza atan Tuğrul ve Çağrı kardeşler, artık yaşlanmışlardı. Ortak Kağan Çağrı Bey 1060 yılında, Büyük Kağan ve Sultan Tuğrul Bey ise 1063 yılında vefat ederek Türk Dünyasına bir Cihan Devleti miras bırakarak hayata gözlerini yumdular.
Alparslan Dönemi (1063 – 1072)
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu ve ilk Sultanı olan Tuğrul ve Çağrı Beylerin vefat etmesi üzerine Tuğrul ve Çağrı Beylerin ittifakındaki vakurluğa rağmen veliahtlar saltanat mücadelesi içerisine girmişlerdi. Oğlu olmayan Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey’in büyük oğlu olan Süleyman’ı varis göstermişti. Ancak Çağrı Bey’in diğer oğlu Alparslan ve yaşı oldukça ilerlemiş olan Arslan Bey’in (Tuğrul Bey’in amcası) oğlu Kutalmış, Süleyman Han’ın hakimiyetini tanımadıklarını açıkladılar. Kutalmış, önce davranarak Selçuklu Sultanlığını ele geçirmek için Süleyman Han’ın saltanat makamı olan Rey şehrini kuşatması üzerine vezir Amid-ül Mülk diğer varis olan Alparslan’dan yardım talep etti. Alparslan, Selçuklu veziri Amid-ül Mülk’ün talebi üzerine Kutalmış’ı mağlup ederek savaş meydanında öldürdü ve Amid-ül Mülk’ün Alparslan’ı Sultan ilan etmesiyle Tahta çıktı. Alparslan Han artık Büyük Selçuklu Devletinin Sultanı ve Büyük Kağanı olmuştur. İlk hedefi ise elbette Bizans’ın idare ettiği Anadolu coğrafyası olacaktır. Alparslan Han, ilk olarak kuzey sınır hattı olan Gürcistan ve batı sınır hattı olan Anadolu’ya seferler düzenledi. Bu gaza seferiyle Bizans’ın elinde bulunan Kars ve Ani şehirlerini ele geçirerek Bizans’tan ilk toprağı almış oldu (1064). İslam Alemi, ilk kez Bizans ve Batı coğrafyasında İslam Sancağının dalgalandığına şahit oluyordu. Bu, İslam Dünyası için yeni bir dönümdü. Zira Alparslan Han dönemine kadar İslam yalnızca Orta Doğu ve Arap Yarımadasında Araplar ve Farslar tarafından benimsenmekteydi. Büyük Selçuklu Devletinin fetihleriyle artık Hıristiyan Toplumlar da İslam Sancağıyla tanışmaktaydılar.
Alparslan Han’ın sonraki hedefi Batı Hazar bölgesi oldu. 1065 yılında Mangışak bölgesini hakimiyeti altına alarak bölgedeki Kıpçak ve Türkmen toplumları tebaası haline getirdi. Bu tarihten sonra Selçukluların Anadolu içlerine yoğun taarruzları başladı. Bizans İmparatorluğu, Anadolu’daki toplumları otoritesi altına alarak hem vergiye bağlıyor hem de aldığı vergilerle asker kiralayarak lejyonerlik yaptırıyordu. Bizans aslında Anadolu coğrafyasına hükmetmiyor, bu coğrafya üzerinde yaşayan toplumlardan istifa ediyordu. Bu da Selçukluların güçlü taarruzlarının hızla sonuç almasına olanak tanıyordu. Alparslan, komutanlarına bağımsız seferler düzenleme yetkileri vermiş, serbest sefer emri alan Selçuklu komutanları, askeri güçleri nispetinde ulaşabilecekleri her şehri hâkimiyeti altına almaya başlamışlardı. 1067 yılında Kayseri-Konya hattına kadar ulaşan Selçuklu Akınları, Kafkaslarda da Alanlarla birleşen Gürcü Krallığının üzerine yapılan seferde de Tiflis’e kadar ulaştı.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans toprakları üzerindeki seferleri İslam Dünyasında da büyük yankı uyandırdı. İslam Âleminin Halifesi Mekke’de Hutbeyi Hilafet Makamı ve Selçuklu Sultanı adına okuttu. Halifenin bu davranışı, Selçukluların İslam Dünyasının en büyük gücü haline gelmesi hasebiyle İslam Sancaktarlığı vazifesinin Selçuklular Tarafından gerçekleştirildiğinin ilanı olarak yorumlanmıştır.
Büyük Selçuklu Devleti gaza seferleriyle Anadolu’yu İslam Alemine kazandırırken Hilafet Makamını taşıyan Abbasiler zayıflamış, çevresindeki tehditlere karşı Selçuklulardan medet umar hale gelmişti. 1055’de Büveyhioğulları karşısında Selçuklulardan yardım isteyen Abbasi Halifesi, 1070 yılında da yine bir Şii Devleti olan Fatımi’lere karşı Selçuklu Sultanı Alparslan Han’dan yardım talep etti. İslam Âleminin en güçlü devleti olan Büyük Selçuklu Devleti, Hilafet Makamını taşıyan Abbasilerin yardımına koşarak Kuzey Afrika Hattını hâkimiyeti altına aldı ve Arap Yarımadasına doğru ilerlemeye çalışan Fatımiler üzerine sefere çıkmak üzere hazırlanmaya başladı. Alparslan’ın Mısır seferine çıkacağını haber alan Bizans ise bu fırsatı değerlendirerek 3 yıl boyunca hazırlandıkları sefere çıkarak tarihe Malazgirt Savaşı olarak geçen büyük mücadelenin fitilini ateşlemiş oldu.
Malazgirt Savaşı (1071)
Selçuklular, 1064 yılında başlattıkları akınlarla Bizans’ın hâkimiyetine meydan okumaya başladığında Bizans iç karışıklıklar ve saltanat mücadeleleriyle zor günler geçiriyordu. Ülkenin yönetimi dul kalmış olan imparatoriçe Eudoxie’nin elindeydi. Ülkeyi tek başına yönetemeyen Eudoxie’nin evleneceği kişi Bizans İmparatoru olacaktı. O da onca damat adayına rağmen hapiste yatan Bizans Kumandalı Romen Diyojen’i seçerek evlenmiş, Bizans’ın imparatoru Romen Diyojen olmuştu. Şüphesiz Eudoxie, Romen Diyojen’le Selçuklu akınlarını durdurması için evlenmişti (1068). Diyojen, Selçukluların güçlü taarruzlarına karşı koyabilmek için 3 yıl boyunca hazırlandı. Bu hazırlıklar neticesinde hem Roma ordusu hem de Kuzey Karadeniz hattında yaşayan Türk boylarından Peçenek, Uz, Kıpçak toplumlarından paralı askerler ve Anadolu’daki toplumlardan ücreti karşılığında orduda hizmet edecek lejyonerler toplayarak 70 Bin kişilik bir ordu hazırladı.
3 yıl süren hazırlıkları neticesinde ordusunu toparlayan Romen Diyojen, Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Mısır’a sefere çıkması ile birlikte harekete geçerek Selçuklu Toprakları üzerine taarruz başlattı. Alparslan, Mısır’a doğru yola çıkmışken Bizans Ordusunun taarruzunu öğrenince geri dönerek Suriye Hattına doğru ilerleyişe geçti. Sultan Alparslan, Mısır savaşı için hazırlanmış olduğundan Bizans’la savaşmak için gereken hazırlıkları yapmak üzere zaman kazanmak için casusları aracılığıyla Rey Şehrinde konuşlanacağı duyumunu yaydı ve Rey’e değil Muş’a doğru harekete geçti. Sultan Alparslan’ın bu hamlesi işe yaradı ve Bizans Ordusu Rey şehrine doğru ilerledi. Sultan Alparslan ise Malazgirt Ovasında karargahını kurarak ordusunun hazırlıklarını tamamladı.
Sultan Alparslan, töre gereği bir bir elçi görevlendirerek Roma Ordusunun işine gelmeyecek bir barış teklifinde bulundu. Zira bu teklif esasında başlı başına bir barış değil daha çok zaman kazanmak, iletişim kurmak ve düşmanın tavrını ölçmek amacı taşıyordu. Beklendiği gibi Diyojen bu teklifi kabul etmeyerek “Sulh müzakeresini Rey’de yapacağım, Ordumu İsfahan’da kışlayıp Hamedan’da sulayacağım” demiş, Selçuklu elçileri ise “Atlarınızı Hamedan’da kışlayacağınıza eminiz, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyoruz” diyerek geri dönmüştür.
Doğu Roma Ordusu, paralı askerlerle birlikte 70.000 kişilik bir orduyla Malazgirt ovasının kuzeyinde konuşlanmıştı. Selçuklu ordusunun askeri gücü ise sadece 40.000 kişiden ibaretti. Zira Roma ordusu, bu sefere 3 yıl boyunca hazırlanmış, Selçuklular ise Mısır seferi için çıktıkları yoldan geri dönerek mevcut ordularıyla Malazgirte ulaşmıştı. Selçuklu Ordusunun gücü Roma ordusuyla kıyasla yarı yarıya durumdaydı ancak Doğu Roma ordusu içerisinde Müslümanlıkla tanışmamış Peçenek ve Uz Türkleri de bulunuyordu. Sultan Alparslan, casuslar göndererek aynı soydan olduğu bu Türk birliklerine haber ulaştırıp kendilerine katılmaları teklifini gönderdi. Roma ordusunun en vurucu güçleri bu unsurlardı. Zira Anadolu içlerinde bulunan Abaz, Slav, Gürcü, v.b. kavimler yoğun savaşlar içerisinde bulunmuyorlardı. Trakya bölgesinde yaşayan Peçenek ve Uz Türkleri ise hem Roma İmparatorluğu ordusu içerisinde sıkça görev yapmakta hem de Batı cephesinde kendi bağımsız hareket edebildikleri savaşlara katılmaktaydılar. Üstelik Roma Ordusunun en önemli savaş stratejisti Magistors Tarkhal’da bir Peçenek Türküydü. Alparslan’ın teklifini olumlu karşılayan Peçenek ve Uz birlikleri Roma ordusu içerisinde konuşlanmış ancak Selçuklular için mücadele etmeye karar vermişlerdi.
Her iki tarafta da tüm hazırlıklar tamamdı. Alparslan, mahiyetindeki din alimlerinin de tavsiyesiyle muharebeyi Cuma günü 26 Ağustosta yapmaya karar verdi. 26 Ağustos Cuma günü Ordusuyla birlikte Namaz kıldı ve dua etti ;
“Ya Rabbi! Sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir. Bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret.”
Ve sonrasında askerlerine dönerek tarihe geçen o muhteşem konuşmasını gerçekleştirdi ;
“Burada Allahü tealadar başka bir sultan yoktur. Emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte cihad etmekte veya benden ayrılmakta serbestsiniz. “
Selçuklu ordusu, sadakat nidalarıyla Sultan Alparslan’a bağlılıklarını haykırdılar. Sultan Alparslan, Beyaz kefen elbisesini giyerek atının kuyruğunu bağladı ve eline er silahı olan Gürzü alıp askerlerine şöyle hitap etti ;
“Askerlerim! Şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. Ozaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkarın ve ona bağlı kalın. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.“
Alparslanı kefeni giyip şehitliği kabullenmiş vakur haliyle gören Selçuklu ordusu ağlayıp helalleşerek savaş düzeni aldı ve Cuma namazından hemen sonra ilk çarpışma başladı.
Alparslan Turan taktiğini fevkalade şekilde uygulamaya başladı. Bozkır savaşlarındaki gibi Hilal şeklinde dizilen Selçuklu ordusu düşman üzerine hücum edip ilk vuruşları yaptıktan sonra yavaş yavaş geri çekilerek geriye doğru ok atabilen yetenekli süvarilerin ok atışlarıyla Roma ordusuna kayıplar verdirmeye başladılar. Selçuklu ordusunun İlk mukavemetten sonra geri çekilmesini başarısızlık olarak gören Romen Diyojen, geri çekilen Selçukluların peşinden sürek avı yapar gibi kontrolsüzce ilerlemeye başlamıştı. Bu esna da Peçenek ve Uz’lar savaştan iki saat sonra planladıkları gibi saf değiştirip Selçuklu ordusu saflarına katıldılar. Bunun yanında Roma ile mezhep ayrılığı yaşayan ve Diyojen’in Ermeni Prensliği üzerinde uyguladığı katliamlarla itaat altına aldığı Ermeni güçleri savaş meydanından çekildiler. Diyojen, Sultan Alparslan’ın uyguladığı Turan taktiğinin farkına varınca ağır kayıplar alan ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Savaş Diyojen’in planladığı gibi ilerlemiyordu. Önce Peçenek ve Uz’lar karşı safa geçmiş, sonra Ermeniler savaş meydanından çekilmişti. Üstelik Alparslan’ın uyguladığı Turan taktiği de orduya büyük kayıplar verdirmişti. Savaş meydanında Türklerin Gürz ve Ok atışlarından etkilenen Roma askerleri teslim olmaya can atıyorlardı.
Roma ordusu darbe aldıkça zayıflıyordu ve moral olarak çöküntüye uğramıştı. Frank, Norman, Slav ve Gürcü birilkleri savaş meydanından kaçtılar. Hatta Roma Ordusunun esas güçleri olan Hassalar ve Seçkin birlikler bile küçük gruplar halinde savaş meydanını terk ediyordu. Yaralı askerler ve kendisine bağlı küçük bir askeri birlikle kalan Romen Diyojen, daha fazla dayanamayıp yenilgiyi kabul etti ve askerleriyle birlikte yaralı vaziyette esir alındı.
Malazgirt Savaşından ağır bir yenilgiyle çıkan mağrur imparator, Sultan Alparslan’ın huzuruna geldiğinde utancından başını kaldıramıyordu. Alparslan, onun bu haline nezaketle karşılık verip oturttu ve teselli etti. Diyojen, savaş öncesi muazzam ordusuyla Türkleri yeneceğinden emin olduğunu, aksi bir ihtimali hiç düşünmediğini açıkça dile getirdi. Sultan Alparslan kendisine “Eğer zafer sizin olsaydı bana ne yapardın?” sorusunu sordu. Diyojen, açık konuşamayıp öldürtürüm diyemeyip sadece “Kamçılatırdım” cevabını verdi. Alparslan “Benim size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” sorusuna ise bir ümitle “Ya öldürtürsünüz yahut İslam ülkelerinden birine esir gönderirsiniz. Mümkün görmüyorum ama beklide affedersiniz” şeklinde cevap verdi. Sultan Alparslan, yenilgiye uğramış bir imparatoru daha fazla aşağılamamak için kendisini Affetti ve ağır şartlarla bir antlaşma imzalattı.
Romen Diyojen affedilmişti ancak ülkesine döndüğünde Türklerden görmediği hakaretlere uğrayıp öldürüldü. Yerine geçen yeni Doğu Roma İmparatoru 7. Mihail Selçuklular ile yapılan anlaşmayı kabul etmese de “Malazgirt Savaşı” Selçuklulara Anadolunun tapusunu vermişti.
Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasıyla tüm Anadolu Selçukluların ayaklarının altına serildi. İç Asya’nın keşmekeş politik yapısı sebebiyle sürekli hareket halinde olan Türk Toplumları, zengin tabiatı ve jeopolitik avantajlarıyla bin yıl boyunca vatanları olacak bu muazzam coğrafyaya yerleşeceklerdir. Üstelik Malazgirt hezimeti tüm batı dünyasını da Türklerin üzerine çekecektir. Malazgirt Savaşına kadar insan bile sayılmayan doğu kavimleri artık Türk Sancağı ile tanışarak Dünyanın Batıdan ibaret olmadığı gerçeğiyle yüzleşecektir.
Malazgirt Savaşından sonra Batı Tarihine yön vermeye başlayan Büyük Selçuklu Devleti, komutanlarına bağımsız taarruz ve sefer emri vererek tüm Anadolu’nun Türk Yurdu haline gelmesi için büyük çabalar sarf etti. Selçuklu orduları sadece bir yıl sonra Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına ulaşmıştı bile.
Sultan Alparslan, Anadolu’nun fethiyle Batı sınırlarını genişletmişti ancak ülkenin doğusunda henüz fetihler tamamlanmamıştı. Büyük Selçuklu Devletinin batı sınırlarında ikiye bölünmüş ve birbirleri ile mücadele halinde olan Karahanlılar Devleti bulunuyordu. Alparslan, Karahanlıları Selçuklu hakimiyeti altına almak için Fergana seferine çıktı. Kısa süre içerisinde Ceyhun Nehrini geçerek Batı Karahanlıların hakimiyeti altında bulunan bölgeye girmişti ancak kale kumandanı Yusuf El Harezmi tarafından sırtından bıçaklanarak öldürüldü. Bizansı dize getirip Asya’nın dörtte birini fetheden büyük kumandan Alparslan, bir ihanet sonucu kumandanlarından biri tarafından hançerle öldürülmüştü (25 Kasım 1072).
Melikşah Dönemi (1072 - 1092)
Alparslan’ın beklenmeyen erken ölümü üzerine yerine oğlu Melikşah geçti. Alparslan, oğlu Melikşah’ı veliahdı olarak ilan etmiş ve onu yetiştirmeye başlamıştı. Ancak Alparslan öldürüldüğünde Melikşah henüz 18 yaşındaydı. Üstelik diğer kardeşleri de saltanat makamına göz dikmiş, kendisiyle mücadele içerisine girişmişti. Genç yaşına rağmen babası Alparslan tarafından bizzat saltanat makamına hazırlanan Melikşah, hem kardeşlerine hem de genç yaşına rağmen Saltanatına sahip çıkarak bu büyük sorumluluğu üstlendi ve Büyük Selçuklu Devletine tarihinin en parlak dönemini yaşattı.Melikşah, ilk olarak babasının yarım bıraktığı Karahanlı Seferini tamamladı. Zira Karahanlılar, Sultan Alparslan’ın vefat etmesini fırsat bilerek Gazneliler ile birlikte ülkenin doğu sınırlarına taarruzlar düzenliyor, Selçukluların batıya doğru kayacağını ümit ederek hâkimiyetini kaybettikleri bölgeleri tekrar kazanabilmeyi ümit ediyorlardı. Melikşah, tahta geçtiği ilk yıl önce Karahanlılar sonra Gazneliler üzerine taarruz ederek ülkesinin doğu sınırlarındaki güvenliği tahsis etti ve Termez’in alınmasıyla da bölgede Selçuklu hakimiyeti kesinleşmiş oldu. Melikşah’ın genç yaşta tahta geçmesini fırsat olarak gören amcası Kavurd’da Bağdat’dan baş kaldırarak isyan hareketine girişince Kavurd’un isyanını da bastırarak hem dış hem de iç tehditlere karşı Devletini güvence altına aldı (1073).
Alparslan döneminde ağır şartlar altında barış imzalamak zorunda bırakılan Bizans, anlaşma şartlarını ihlal etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Anadolu seferlerini hızlandırarak Anadolu’daki Selçuklu hâkimiyeti pekiştirildi. Anadolu, İç Asya, Türkistan ve İran coğrafyaları tamamen Selçuklu Hakimiyeti altına girmiş durumdaydı. Bu coğrafyanın tam ortasında bulunan Suriye ise halen Fatımilerin kontrolündeydi. Devam eden yıllarda Suriye ve Kudüs’te uzun süredir hâkimiyet kurmuş olan Fatımilerin üzerine taarruzlar düzenlenerek bu bölgeleri de Büyük Selçuklu Devleti hakimiyeti altına alındı (1078).
Büyük Selçuklu Devletinin önlenemez ilerleyişi müteakip yıllarda da şiddetlenerek devam etti. İç ve Sınır tehditlerini ortadan kaldırıp Suriye’yi hakimiyeti altına katan Melikşah, 1078-1079 yıllarında Kafkaslara doğru taarruzlara girişerek Gürcistan Krallığını ve bölgede hüküm süren diğer mahalli krallıkları hakimiyeti altına aldı. Anadolu, Orta Doğu ve İç Asya’yı hakimiyeti altına alan Melikşah’ın yeni hedefi Arap Yarımadası oldu. Arap yarımadasının güvenliğini tahsis etmek için stratejik öneme sahip olan Hicaz, Yemen ve Aden Körfezi de Selçukluların idaresi altına girdi (1086).
1080’li yılların sonuna gelindiğinde ülkenin doğuda bulunan Karahanlılar oldukça zayıflamış ve dış tehditlere karşı kendilerini savunamayacak duruma gelmişlerdi. Melikşah, Doğu-Batı Karahanlılar arasındaki münasebetlere müdahil olarak Batı Karahanlıları siyasi muhafazası altına almaya başladı. Zamanla Selçuklu hâkimiyetini kabul eden Batı Karahanlılar artık müstakil olarak kendilerini idare edemeyecek duruma geldiler. Bunun üzerine Melikşah, Batı Karahanlıların en önemli kentlerinden biri olan Buhara’yı ve Semerkand’ı zapt ederek bu önemli Türk-İslam coğrafyasını hakimiyeti altına aldı (1089). Batı Karahanlı Devleti artık Selçuklu himayesi altına girmişti. Artık Karahanlı Hükümdarı bir vali gibi Melikşah’a bağlı olarak görev yapıyor, hatta Karahanlı Hükümdarlarını bizzat Melikşah tayin ediyordu.
Kafkaslarda, İç Asya ve Orda Doğuda hâkimiyet sahibi olan Selçuklular, Büveyhioğulları döneminde bölgeye yerleşen Mervaniler’in Bağdat’dan Diyarbakır’a doğru ilerleyerek Urfa, Halep ve Antakya bölgelerinde etkili olması hasebiyle bölgenin denetimini tam olarak sağlayamamıştı. Hakimiyet alanlarının tam ortasında bulunan bu denetimsiz bölgeyi bertaraf etmek için bizzat ordusunun başına geçerek düzenlediği seferlerde Urfa, Halep, Antakya, Diyarbakır bölgelerini kontrolü altına alarak Doğu Akdeniz kıyılarının güvenliğini sağladı (1088-1089).
Melikşah, 1092 yılında kim olduğu belirlenemeyen bir kişi tarafından zehirlenerek öldürüldü. Yemeğine karıştırılan zehirle öldürülen Melikşah, hâkimiyet sürdüğü 20 yıl boyunca Büyük Selçuklu Devletini Türk Tarihinin yüz ölçümü bakımından En Büyük Coğrafyasına sahip ülkesi haline getirmişti. Melikşah öldüğünde arkasında Marmara Denizinden Kafkaslara, Balkaş-Issık gölünden Kuzey Afrika’ya uzanan muazzam büyüklükte bir Devlet bıraktı (1092).
Büyük Selçuklu Devletinin Zayıflaması ve Bölünmesi
Melikşah, Büyük Selçuklu Devletini Türk Tarihinin en geniş hâkimiyet alanına ulaştırmıştı ancak Büyük Selçuklu Devleti için çöküş en tepe noktasında gerçekleşti. Melikşah’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Berkyaruk, babasının saltanat makamını korumayı başaramadı. Melikşah’ın ölümünü fırsat bilen saltanat varisleri birer birer ayaklanarak Büyük Selçuklu Devletini zayıflatan ve bölen süreci başlattılar. İlk başkaldıranlardan biri Melikşah’ın kardeşi, Selçuklu Maliki (Valisi) Tutuş oldu. Tutuş, yeğeni Berkyaruk’un hakimiyetini kabul etmeyerek saltanat üzerinde hak iddia etti. Berkyaruk, amcası Tutuş’un başkaldırısı ve taarruzu üzerine giriştikleri savaşta Tutuş’u öldürerek bu tehdidi ortadan kaldırmıştı ancak Melikşah’ın ölümü geniş Selçuklu coğrafyasında isyan ve başkaldırı için fırsat kollayan zümrelerin ayaklanmalarıyla çok daha kötü tezahürlere sebep oldu. Arap Yarımadasının en stratejik bölgesi olan Mısır’da bulunan Fatımiler Batınilik adı verilen sapkın bir inanış ile isyan hareketine girişmişlerdi. Bu inanışın en önemli aktörlerinden biri olan Hasan Sabbah, muhtelif bitkilerle imal ettiği uyuşturucu tesirli maddeleri kullanarak fedailer yetiştiriyor, aldıkları uyuşturucuların tesiriyle doğa üstü halisünasyonlar gören fedailer Hasan Sabbah’ı tartışılmaz bir lider olarak görerek onun için kolayca ölüme atlayabiliyorlardı. Hasan Sabbah, etrafında topladığı hizmetkarlarıyla İran’ın Alamut şehrindeki Alamut Kalesini zapt edip konuşlanarak yetiştirdiği fedailerle Büyük Selçuklu Devletinin siyasi, askeri ve din önderlerine suikastlar düzenliyordu. Melikşah döneminde başlayan bu hareketi ortadan kaldırmak için düzenlenen sefer ise Melikşah’ın ölümü üzerine yarım kalmıştı. Melikşah öldükten sonra daha da şiddetlenen Fatımilik hareketi Selçuklu Devletine tabi toplumların kışkırtılmasında ve isyana teşvik edilmesinde önemli bir etken olmuştur.
Melikşah’ın ölümü ile başlayan ayaklanmalar ve isyanlar, Haçlı Seferleriyle daha içinden çıkılamaz bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Batı, Bizans’ın muhafazası, Müslüman toplumların Avrupa’ya ilerleyişinin engellenmesi ve Selçuklu Hâkimiyetine giren Suriye ve Filistin’in geri alabilmek için büyük hazırlıklara girişmiş ve yüz binlerce askerden oluşan bir ordu hazırlayarak Haçlı Seferi olarak adlandırdıkları büyük taarruzu gerçekleştirmişti. İç çekişmeler ve isyanlarla uğraşan Berkyaruk, Haçlı seferlerine karşı direniş gösteremeyince Filistin ve Suriye’nin bir bölümü Haçlı Ordusunun denetimi altına girdi.
Ortaya çıkan bu zor durum neticesinde Hem Anadolu’da hem de diğer pek çok bölgede yerel hükümdarlar Selçuklu Devletine bağlılıklarını sona erdirerek isyan ettiler ve bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Bu durum hem ülkenin düzenini ve nizamını bozuyor hem de saltanat adaylarının ellerini güçlendiriyordu. Anadolu’da sefer için görevlendirilen ve bu bölgelerde idareci tayin edilen komutanlar isyan etmiş, bağımsız olarak hareket etmeye başlamışlardı. Kafkaslarda hâkimiyet altına alınan Gürcüler ve diğer yerel hükümdarlıklar ayaklanıyor ve Büyük Selçuklu Devletine bağlı olmadıklarını ilan ediyorlardı. Mısır Fatımilerin, Suriye ve Filistin Haçlı Ordusunun denetimi altına girmişti. Büyük Selçuklu Devleti artık sadece İran ve Maveraünnehir bölgesi ile çevresinde hâkimiyetini koruyabiliyordu. Berkyaruk’un bu çöküş dönemindeki hâkimiyeti vefat ettiği 1104 yılında kadar devam etti. Çok genç yaşta Selçukluların hükümdarı olan Berkyaruk, 1104 yılında öldüğünde sadece 25 yaşındaydı.
Berkyaruk’un ölümü üzerine yerine kardeşi Mehmet Tapar geçti. Mehmet Tapar dönemi de Berkyaruk döneminde olduğu gibi iç karışıklıklar ve çöküş süreci ile devam etti. Ülkenin içinde bulunduğu zor durumdan çıkması için Kafkaslara ve Mısıra seferler düzenleyip başarılı sonuçlar almış olsa bile bu zaferler Büyük Selçuklu Devletini içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için yeterli olamadı. Mehmet Tapar’ın 14 yıllık hâkimiyeti sürecinde Büyük Selçuklu Devletinin Zayıflaması ve Bölünmesi durdurulamadı (1118).
Mehmet Tapar’ın ölümünden sonra yerine oğlu Mahmut Geçti ancak Melikşah’ın oğlu, Mehmet Tapar’ın kardeşi Horasan Maliki (Valisi) Sencer, yeğeni Mahmut’u tahttan indirerek yerine kendisi geçti ve yeğeni Mahmut’u himayesi altına alarak Irak Selçuklularının sultanı ilan etti. Sultan Sencer, Horasan valisi iken Karahanlıları, Gaznelileri ve Gurluları kendisine bağlamıştı. Başarılı idaresi döneminde Maveraünnehir bölgesini uzun süre idare etmekteydi. Ancak bu başarılar bölgelere ayrılan ve bağımsız hareket eden Selçuklu Devletlerini bir araya getirmeye yetmedi. 1141 yılında Karahıtaylılar’ın Selçuklu sınırlarına kadar ulaşmasıyla Karahıtaylılar ile giriştiği mücadelede mağlup olunca itibarını kaybetti ve Maveraünnehir Karahıtaylıların eline geçti.
Sultan Sencer’in Karahıtaylılar’a mağlup olmasıyla otorite boşluğunun tekrar ortaya çıktığı Büyük Selçuklu Devletinde yüksek vergiler sebebiyle isyan eden Oğuzlar vergi vermeyi reddedip daha geniş hakimiyet alanı talep edince Büyük Selçuklu Devletinin hakimiyetine son darbe vurulmuş oldu. Ayaklanan Oğuzlar, soydaşları olan Sultan Sencer’i esir alıp Horasan bölgesini zapt ettiler (1153). Oğuzlara esir düşen Sultan Sencer, bir süre sonra serbest bırakılsa da kısa süre sonra vefat etti ve Büyük Selçuklu Devleti tam anlamıyla yıkılmış oldu (1157).