Ernest doktor bir babayla operacı bir annenin oğludur. Chikago varoşlarında Oak Park'ta dünyaya gelir (1899). Evde dört kız kardeş, bir hemşire, bir kadın aşçıdan oluşan kadınlar ordusu vardır. Hepsi de piyano ya da keman çalar, ünlü sopranoları taklid eder, kuyruğuna basılmış enik gibi arya çığırırlar.
Garibim ablalarıyla birlikte büyür. Elini nereye atsa karşısına bigudi, toka, pudra çıkar, üstü başı, yatağı döşeği krem, kolonya kokar. O devirde kumaş kıtlığı da yoktur ama nedense hep ablalarının elbiselerini kırpar ona mintan yaparlar. Eh bunlar ya pöti kare ya da ekoseli olurlar. Gerçi pembe çiçekli divitin bile olsa aldırmaz hatta zaman zaman pileli etek giyip sokağa çıkar. Dört kızın şımarığı olduğu için ağzından çıkan emirdir, çantasını biri taşır, ödevlerini öteki yapar.
Evdekiler yetmez gibi Şikago'nun kalburüstü kadınları, ak saçlı tontişler ve şen dullar da eve demir atarlar. Sabahtan akşama kadar ya yemek tarifi alır, ya örnek bakarlar. Ağızlarını yaya yaya "ben önce haşlıyorum şekerim, sonra doooğru fırına" buyururlar. Yani çocuğun eline bir tığ tutuşturmadıkları kalır, kimbilir belki onu da yaparlar.
Barmenin tombul karısı
Mahallenin veledleri tahta tabancalarıyla "Grav, Grav" "Vuruldun aslanım!" "Hayır ben vurulmazmışım" diye bağrışıp kovboyculuk oynarken o beş çayına gelen misafirlere okul şarkılarından derlenen bir resital sunar, yaşlı kadınlar baygın baygın alkışlarlar. Elin oğlu gringo ya da ranger rollerine girip ağız efektleriyle birbirlerine saldırırlarken, Ernest, hanım hanımcık (ya da paşa paşa) oturur onlara bakar. Herkes Teksas, Tommiks, Pecos Bill olurken onu Kalamity Ceyn bile yapmaz, barmenin tombul karısı rolüne uygun bulurlar.
Ernest liseye devam ettiği yıllarda da evdeki kadınların baskısından kurtulamaz, kız gibi yetiştirildiği halde, ne kızlarla yapabilir ne de erkekler aralarına alırlar.
Tam birileri "bu kadarı da fazla ama! Ay bu çocuk problemli olacak" derken işin çivisi çıkar Ernest'in erkekliği tutar. Okulu asar, kavga çıkarır, boks yapar, kan dökmekten zevk alır, evden kaçıp kızılderililerin arasında yaşar ve silahlara delicesine merak salar. Arkadaşları doktor, mühendis, avukat olmaya heveslenirken o macera kovalar. Hatta orduya yazılmaya niyetlenir ama onu "gözleri bozuk olduğu" bahanesi ile çürüğe ayırırlar. Lakin Cansas City'de çıkan "Star" gazetesinin sahibi bu gözü kara gencin iş çıkarabileceğine inanır, eline bir makine tutuşturup, önünü açar. Adam ona sadece üç cümlelik bir nasihat verir: "Kısa yaz, çabuk yaz, anlaşılır yaz!"
Ernest bu öğüdü ciddiye alır, hızlı yazma antrenmanları yapmaya başlar. Kim ne anlatırsa anlatsın not tutar, edebi kaygılardan kurtulur, sadelikten tad almaya başlar.
Kan, barut ve aşk!..
Ancak, Ernest gün boyu çok değerli belediye başkanı ile pek kıymetli eyalet valisini (ve tabii ki saygıdeğer eşlerini) takip etmekten sıkılmaya başlar. Cansas senatörlerini kovalamaktan yorulur ama ortaya dişe dokunur işler çıkmaz. O günlerde 1. Cihan Harbi patlar, Ernest ses getiren haberler için cepheye gitmeye kalkar. O günlerde bunun tek yolu vardır: Kızılhaç'ın emrinde çalışmak! O da onu yapar, sağlık memurluğunu beceremese de teşkilata ambulans şoförü olarak sızar.
Onu apar topar İtalya'ya yollarlar. Ernest'te büyük bir öldürme isteği vardır ama cephede sadece ölüm korkusu yaşar. Çok geçmeden postu deldirir, elin oğlu ambulansçı mambulansçı demez alayını zımbalar.
Büyük gazetecimiz, kan kaybından "kaymak" üzeredir ki sıhhiyeler yetişir, onu Milano'da ameliyata alırlar. Hastahanede orta yaşlı bir hemşireye (Agnes von Kurowsky'ye) aşık olur. Deliler gibi dil döker ama kadın yüzüne bile bakmaz. Elbette "sen git de abin gelsin" demez ama öyle demeye getirir. Zira Ernest henüz 19'unda bile değildir.
İşte, uzak ülke, aile hasreti, kan, barut, ölüm korkusu derken yaşadığı umutsuz aşk onu kalemiyle başbaşa bırakır ve yazar. Sular seller gibi yazar. Akşam olur yazar, sabah olur yine yazar... Zaten bozuk olan gözlerini iyice yorar, şeşi beş görmeye başlar.
Peki, iyileşince uslanır mı? Nerdeee! Aksine hızı artar, bu kez savaşan sınıf olarak (piyade) cepheye koşar. Diyeceksiniz ki korkmaz mı? Korkar, zaten bu duygu eserlerinde daima öne çıkar.
Bu arada yazar Gertrude Stein ile arkadaş olurlar. Laf arasında karalamalarını önüne koyar. Stein müsveddeleri öylesine (hani hatırı hoş olsun gibilerinden) karıştırır ancak kendini satırlardan alamaz. Ona bebekleri şaşkınlıktan irileşmiş gözlerle bakar ve "dostum sen neden roman yazmıyorsun" diye sorar.
İşte Ernest'in romancılık serüveni o gün başlar..
Garibim ablalarıyla birlikte büyür. Elini nereye atsa karşısına bigudi, toka, pudra çıkar, üstü başı, yatağı döşeği krem, kolonya kokar. O devirde kumaş kıtlığı da yoktur ama nedense hep ablalarının elbiselerini kırpar ona mintan yaparlar. Eh bunlar ya pöti kare ya da ekoseli olurlar. Gerçi pembe çiçekli divitin bile olsa aldırmaz hatta zaman zaman pileli etek giyip sokağa çıkar. Dört kızın şımarığı olduğu için ağzından çıkan emirdir, çantasını biri taşır, ödevlerini öteki yapar.
Evdekiler yetmez gibi Şikago'nun kalburüstü kadınları, ak saçlı tontişler ve şen dullar da eve demir atarlar. Sabahtan akşama kadar ya yemek tarifi alır, ya örnek bakarlar. Ağızlarını yaya yaya "ben önce haşlıyorum şekerim, sonra doooğru fırına" buyururlar. Yani çocuğun eline bir tığ tutuşturmadıkları kalır, kimbilir belki onu da yaparlar.
Barmenin tombul karısı
Mahallenin veledleri tahta tabancalarıyla "Grav, Grav" "Vuruldun aslanım!" "Hayır ben vurulmazmışım" diye bağrışıp kovboyculuk oynarken o beş çayına gelen misafirlere okul şarkılarından derlenen bir resital sunar, yaşlı kadınlar baygın baygın alkışlarlar. Elin oğlu gringo ya da ranger rollerine girip ağız efektleriyle birbirlerine saldırırlarken, Ernest, hanım hanımcık (ya da paşa paşa) oturur onlara bakar. Herkes Teksas, Tommiks, Pecos Bill olurken onu Kalamity Ceyn bile yapmaz, barmenin tombul karısı rolüne uygun bulurlar.
Ernest liseye devam ettiği yıllarda da evdeki kadınların baskısından kurtulamaz, kız gibi yetiştirildiği halde, ne kızlarla yapabilir ne de erkekler aralarına alırlar.
Tam birileri "bu kadarı da fazla ama! Ay bu çocuk problemli olacak" derken işin çivisi çıkar Ernest'in erkekliği tutar. Okulu asar, kavga çıkarır, boks yapar, kan dökmekten zevk alır, evden kaçıp kızılderililerin arasında yaşar ve silahlara delicesine merak salar. Arkadaşları doktor, mühendis, avukat olmaya heveslenirken o macera kovalar. Hatta orduya yazılmaya niyetlenir ama onu "gözleri bozuk olduğu" bahanesi ile çürüğe ayırırlar. Lakin Cansas City'de çıkan "Star" gazetesinin sahibi bu gözü kara gencin iş çıkarabileceğine inanır, eline bir makine tutuşturup, önünü açar. Adam ona sadece üç cümlelik bir nasihat verir: "Kısa yaz, çabuk yaz, anlaşılır yaz!"
Ernest bu öğüdü ciddiye alır, hızlı yazma antrenmanları yapmaya başlar. Kim ne anlatırsa anlatsın not tutar, edebi kaygılardan kurtulur, sadelikten tad almaya başlar.
Kan, barut ve aşk!..
Ancak, Ernest gün boyu çok değerli belediye başkanı ile pek kıymetli eyalet valisini (ve tabii ki saygıdeğer eşlerini) takip etmekten sıkılmaya başlar. Cansas senatörlerini kovalamaktan yorulur ama ortaya dişe dokunur işler çıkmaz. O günlerde 1. Cihan Harbi patlar, Ernest ses getiren haberler için cepheye gitmeye kalkar. O günlerde bunun tek yolu vardır: Kızılhaç'ın emrinde çalışmak! O da onu yapar, sağlık memurluğunu beceremese de teşkilata ambulans şoförü olarak sızar.
Onu apar topar İtalya'ya yollarlar. Ernest'te büyük bir öldürme isteği vardır ama cephede sadece ölüm korkusu yaşar. Çok geçmeden postu deldirir, elin oğlu ambulansçı mambulansçı demez alayını zımbalar.
Büyük gazetecimiz, kan kaybından "kaymak" üzeredir ki sıhhiyeler yetişir, onu Milano'da ameliyata alırlar. Hastahanede orta yaşlı bir hemşireye (Agnes von Kurowsky'ye) aşık olur. Deliler gibi dil döker ama kadın yüzüne bile bakmaz. Elbette "sen git de abin gelsin" demez ama öyle demeye getirir. Zira Ernest henüz 19'unda bile değildir.
İşte, uzak ülke, aile hasreti, kan, barut, ölüm korkusu derken yaşadığı umutsuz aşk onu kalemiyle başbaşa bırakır ve yazar. Sular seller gibi yazar. Akşam olur yazar, sabah olur yine yazar... Zaten bozuk olan gözlerini iyice yorar, şeşi beş görmeye başlar.
Peki, iyileşince uslanır mı? Nerdeee! Aksine hızı artar, bu kez savaşan sınıf olarak (piyade) cepheye koşar. Diyeceksiniz ki korkmaz mı? Korkar, zaten bu duygu eserlerinde daima öne çıkar.
Bu arada yazar Gertrude Stein ile arkadaş olurlar. Laf arasında karalamalarını önüne koyar. Stein müsveddeleri öylesine (hani hatırı hoş olsun gibilerinden) karıştırır ancak kendini satırlardan alamaz. Ona bebekleri şaşkınlıktan irileşmiş gözlerle bakar ve "dostum sen neden roman yazmıyorsun" diye sorar.
İşte Ernest'in romancılık serüveni o gün başlar..